Allahumme salli ala Muhammed’in ve Al-i Muhammed ve accil ferecehum vel an ada ehum
Nubuvvet
Nübüvvet inancını reddeden sadece Allah Teala'nın varlığını kabul etmeyen ateistler olmamıştır. Hatta evrenin hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcısı olduğuna inananlardan da, insan aklının, dünya hayatının sürdürülmesinde yeterli olduğunu, dolayısıyla da peygamber gönderilmesine ihtiyaç olmadığını savunanlar olmuştur. O halde evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğunu ispatlamak, peygamber inancını peşinde getirmeye yeterli değildir. Dolayısıyla ilahi elçilerin gönderilmesini zorunlu kılan gerekçelerin neler olduğu konusunun başlı başına ele alınması gerekmektedir. İşte biz kitabımızın bu bölümünde özet niteliğinde bile olsa, bu gerekçelere işaret etmeyi zorunlu görüyoruz. Ama evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğuna inanan Brahmanlar için, bu yeterli bir cevap değildir. Onlara cevap vermek için, neden insan aklının tek başına yeterli olmadığı ve ilahi önderlere ihtiyaç duyulduğu ispatlanmalıdır. Bunun için bizim yaratılıştan, özellikle de insanın yaratılışından gayenin ne olduğunu ve bu gayeye ulaşmakta insan aklının tek başına yeterli olup olmadığını incelememiz gerekir. Açıktır ki, evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının yaratığı olduğuna inanan hiçbir tevhid ehli, evrenin boşuna ve hedefsiz olarak yaratıldığına inanamaz. Zira aklın kesin hükmü gereğince, ilim ve hikmet sahibi bir varlığın işi hedefsiz ve boş yere olamaz. "Biz, göğü, yeri ve aralarındakileri oyun olsun diye yaratmadık."(1) Peki bu hedef nedir? Yani evrenin, özellikle de insanın yaratılışından ne amaçlanmıştır? Bu muhteşem evren, sonsuz varlıklarıyla niçin yaratılmıştır? Bu evren içerisinde her şeyden daha çok dikkat çeken varlık insandır. İnsanın yaratılışından gaye nedir? Malumdur ki, evren ve insanın yaratılış gayeleri hem kendilerine, hem de yaratıcılarına layık olmalıdır. Çünkü her iş ve eserin gayesi, o iş ve eserin kendi değeri ve yapanının kişiliğiyle orantılıdır. Akıl böyle hükmediyor. Bir iş ve eser olarak evren ve insan da aynı hükme tabidir. İşte evren ve insanı bu ilke ışığında değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda, hem evren ve insanın kendilerinin çok büyük bir değeri ortaya koyduklarını, hem de onları yaratanın sonsuz hikmet ve ilim sahibi bir varlık olduğunu görmekteyiz. O halde onların yaratılmasından güdülen gaye ve hedef de çok büyük bir hedef ve gaye olmalıdır. Evren ve insanın var edilmesinden amaçlanan hedef ve gayenin ne olduğunu anlamak için, uzun uzadığa bir araştırma yapmak gerekmez. Az bir dikkatle de bu hedefi keşfetmek mümkündür. Onların üzerinde yapılan az bir mütalâa bu hedefi açıkça gözler önüne sermektedir. Çok derinleşmeden bile varlık alemine baktığımızda, Allah Teala'nın yarattığı canlı, cansız, büyük, küçük bütün varlıkların kendine has ve münasip bir hedefe doğru hareket halinde olduğunu görmekteyiz. Her varlık için hedef, onun kendine ait alanında olgunlaşmasıdır. Mutlak inayet ve rahmet sahibi olan Allah, her varlığa kabiliyetinin gereğini ihsan etmekle onları olgunlaşmaya doğru hidayet etmektedir. Başka bir deyişle, her varlığın özünde, yaratılış itibarıyla onu yönlendiren bir güç vardır. O güç, ilahi hidayettir. İşte Hz. Musa (s.a.a)'in Firavun'a hitaben buyurduğu: "Rabbimiz, her şeye suret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir" sözü bu gerçeğe işaret etmektedir. İnsanoğlu da tekâmül ve olgunlaşmada ilahi hidayet kanunundan müstesna değildir. O da diğer yaratıklar gibi, bir çok konularda iç güdüler ve hislerle yönlenmektedir. Yani insan da iç güdüler hususunda diğer yaratıklarla ortaktır. Fakat insanı bütün diğer varlıklardan ayıran bir özelliği vardır. Bu özellik, insanı yalnızca diğer varlıklardan ayırmakla sınırlı kalmıyor, hatta onu diğer varlıklara üstün bile kılıyor. Akıl Tek Başına Yeterli Değildir İnsanın aklı ve bilinci sınırlıdır. Dolayısıyla insanın, tüm niteliklerini, sırlarını ve bütün ihtiyaçlarını bilmesi mümkün değildir. İnsanoğlu sırlarla dolu bir yaratıktır. "Kendini tanıyan Rabbini tanır" hadis-i şerifi insanoğlu hakkında söylenmiştir. Bu hadis-i şerif insanoğlunun sırlarla dolu bir varlık olduğuna işaret etmektedir. Buna ilaveten insanın hisleri, içgüdüleri, şehevi istekleri, menfaatperestlik duygusu ve dünya düşkünlüğü çoğu zaman aklına galip gelir. Böyle hallerde insanoğlu her an kusur eden, nefsine uyan, bir engel olmadığı taktirde her şeyi yalnızca kendi şahsı için isteyen bir yaratık haline gelir. Çoğu zaman fesat ve zulmün en ağırını yapabilir. Kendinde bir kudret hissettiğinde kendini kaybedip, tuğyan ederek haddini aşabilir. "Hayır, insan mutlaka azar, kendini tok görünce." (3) İnsanoğlu böyle durumlarda pek zalim ve nankör olabilir. "Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür." (4) O halde Allah Teala'nın, insanın aklının yetmediği konularda aklına rehberlik yapacak ve bu içgüdülerini ve duygularını kontrol altına alarak, takip edildiği taktirde mutlaka selamete ulaştırma kabiliyetine sahip olan, içinde hiçbir eğrilik ve sapmanın söz konusu olmadığı bir yol koyması gerekir. İşte o yol vahiy ve nübüvvet yoludur. "Hiçbir eğri tarafı olmayan Arapça Kur'an' indirdik ki, sakınsınlar." (5) Evet Allah Teala seçtiği peygamberler aracılığıyla insanlara, her iki dünyada saadetlerini sağlayacak yolu göstermiştir. "Doğrusu biz ona (insana) gerçek yolu gösterdik. Ya şükreden olur, ya nankör."(6) İnsanoğlu bir çok önemli özelliklere sahiptir. O özelliklerden birisi de Allah'ın onun için sayısız nimetler yaratıp istifadesine sunmasıdır. "Gerçekten Ademoğullarını üstün kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve onlara temiz rızklar verdik, kendilerini, yarattıklarımızdan çoğuna üstün kıldık."(7) "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva sahibi olasınız. O öyle bir Allah'tır ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü bir bina yaptı ve sizin için gökten su indirdi ve onunla türlü mahsullerden rızklar çıkardı."(8) Demek ki, insanoğlu, çok önemli bir makama sahiptir. Bunca nimetler onun için yaratıldığına ve diğer yaratıklara üstün kılındığına göre, bu dünyada sadece yiyip içip tüketmek için yaratılmamıştır. Aksi taktirde hayvanlardan pek farklı yanı kalmaz. Bu, onun üstün yaratılışıyla çeliştiği gibi, ilahi hikmetle de bağdaşamaz. Allah, boş ve hedefsiz iş görmekten münezzeh ve çok yücedir. "Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz? "Her şeyin gerçek ve mutlak sahibi ve hakimi olan Allah böyle bir şeyden yücedir. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. O yüce Arşın Rabbidir." (9) Demek ki, insanın yaratılışında büyük bir hedef söz konusudur. İnsan ve İbadet Peki, insanın yaratılışından güdülen o yüce hedef nedir? Yukarıda geçen ayette o hedefin Allah'a dönüş olduğuna işaret edilmişti. Akıl da böyle hükmediyor. Böyle yüce bir varlık, sırf hayvani duyguların tatmininden ibaret olan yemek, içmek ve eğlenmek için yaratılamaz. Demek ki, insan dünya hayatından daha üstün bir kemale ulaşmak için yaratılmıştır. Peki, insan o hedefe nasıl ulaşabilir? Açıktır ki, madde üstü olan bir kemal, maddi değer ve kemallerle kazanılamaz. Yani, insan maddi kemallerini ne kadar geliştirirse geliştirsin, ne kadar güçlendirirse güçlendirsin, madde üstü olan bir kemale erişemez. Madde üstü olan bir kemal, ancak madde üstü bir değere sahip olmakla kazanılır. Hiçbir insan en güçlü yemekleri yiyerek, en vitaminli gıdaları alarak ve en ağır sporları yaparak cismini geliştirmek ve güçlendirmekle manevi bir değer ve kemal olan ilim kemaline sahip olamaz. Bir insanın, ilim kemaline sahip olması için, ilim öğreten okullara, üniversitelere giderek zahmet çekmesi ve hatta bir çok maddi lezzetlerini gözden çıkarması gerekmektedir. Diğer manevi kemaller de böyledir. Hiçbir kimse, yukarıda işaret ettiğimiz yöntemlerle üstün ahlak sahibi olamaz. Üstün ahlak sahibi olmak için, vitaminli gıdalar değil, güzel terbiye almak lazımdır. İşte bunun içindir ki, Allah Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurduğunu görmekteyiz. Demek ki; insan, ancak ibadet ve Allah'a yönelmekle üstünlüğünü elde eder ve kendine özgü manevi alanında ilerleyerek yaratılıştaki asıl hedefine ulaşabilir. İbadet, riyasız bir şekilde olursa, insanı nefsi kölelikten ve hayvani benliğinden çıkararak Rabbine götürür. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Ey insan! Gerçekten sen dönüp varacağın Rabbine doğru ölünceye kadar çabalarsın ve nihayet ona kavuşursun" Acaba insan aklı, tek başına bu yolculuğu kat edip istenilen hedefe varmada yeterli midir? İnsan aklının tek başına yeterli olabilmesi için, kat edeceği bu yolu tam anlamıyla aydınlatabilmesi gerekir. Oysa; bu yol, öyle bir yoldur ki, insanoğlu onun başında bile kendi acizliğini itiraf etmekten başka bir çıkar yol göremiyor. Ancak insanın doğasında var olan içgüdüler onu rahat bırakmıyor. Bu içgüdülerden birisi, egemen olma içgüdüsüdür. Bu içgüdü, insan bireylerinin birbirlerinin hakkına ve emeğine göz dikmesine ve hatta çoğu zaman haksızlık yapmasına bile sebebiyet veriyor. İşte bu yüzden, toplumsal yaşantıyı tehdit eden, karışıklıklar ve problemler ortaya çıkıyor. Sosyal hayatın devam edebilmesi için, bu karışıklıkların ve problemlerin giderilmesi gerekir. İşte burada toplumsal düzenin sağlanması ve karışıklıkların önlenmesi için kurallara ve kanunlara ihtiyaç doğuyor. 1- İlahi kanunlar, insanın bütün boyutları ve dünya ile ahiret hayatı arasındaki ilişki nazara alınarak hazırlanmıştır. 2- İlahi kanunlar, her şeyi bilen ilahi ilimden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla beşerin bütün ihtiyaçlarını karşılama gücüne sahip olup, ona inananlara itimat ve güven sağlamaktadır. Beşeri kanunlar ise bu özellikten yoksundur. Zira onlar insanın kamil olmayan akıl ve ilminden kaynaklanmaktadır. Buna ilaveten; günümüzdeki en büyük adaletsizliklerin o kanunları koyanların kendileri tarafından meydana getirildiğini görmekteyiz. Bu nedenle halkın onlara ve o kanunlara güven ve itimadı sarsılmıştır. Ama ilahi kanunlarda böyle bir problem söz konusu değildir. Zira, başta ilahi kanunları halka ileten peygamberlerin kendileri olmak üzere, gerçek inanç sahiplerinin taviz vermeden o kanunları uygulamaya koyduklarını görmekteyiz. Bu ise bütün insanlara en derin güven ve emniyeti sağlamaktadır. 3- İlahi kanunlar, uygulanmak açısından, ister açık ister gizli olsun, her halükârda garanti altındadır. Şöyle ki, toplumsal hayatın tam anlamda düzene girmesi ve toplumsal adaletin gerçekleşmesi için, yalnızca toplumun her yönüne ışık tutabilecek ideal kanunların varlığı yeterli değildir. Bu kanunların icrasının da garanti altına alınması gerekir. Zira beşer, doğası gereği kendi şahsi menfaatiyle çelişen kanunlardan bir türlü sıyrılmak ister. "Hayır, insanoğlu önünü boş bulup boyuna günah işlemek ister" (16) Toplumumuzda müşahede ettiğimiz kanuna aykırı eylemler bunun en bariz delilidir. İşte bunun için toplumda olan kanunların yerli yerinde uygulanması için mevcut kanunların tatbik açısından garanti altına alınması şarttır. Toplumda bulunan medeni kanunların yanı sıra, cezai kanunların ve denetim sisteminin varlığı işte bunun içindir. Açıktır ki, bunun cevabı hayırdır. Zira, insanlar olarak bizler, tam anlamında ne kendimizi, ne de bu evreni, ne onun ve kendimizin evvelini, ne de sonunu bilmemekteyiz. Biz, bu sonsuz varlık alemi karşısında ilim açısından, henüz ilkokulun birinci sınıfında bile sayılmayız. Bildiklerimiz karşısında bilmediklerimiz, kıyas edilemeyecek kadar büyüktür. Yalnız bununla da kalmıyor. Bu evrenin bir yüzü bizim normal bilgimizin alanı dışında kalmaktadır. Biz, Materyalizmi reddettik ve varlık aleminin maddeyle sınırlı olmadığını ve hayatın da dünya hayatından ibaret olmadığını ispatladık. Biz, bu dünyadaki hayat tarzımızın, inandığımız öteki yaşantımıza da yansıdığına ve oradaki hayat tarzımızı, saadet ve bedbahtlığımızı etkilediğine inanmaktayız. Normal bilgimiz bu hususta sıfır derecesindedir. Biz, buradaki yaşam biçimimizin öteki hayatımıza nasıl yansıdığını hiç bilmemekteyiz.