2. Bölüm laneti Muaviye'ye Mektupları Ebubekir'e, Ömer'e, Osman'a biat edenler, onlara biat ettikleri şartlarla bana da biat ettiler. Orda bulunanlardan birinin, bir başkasını seçmesi, bulunmayanın bu biati reddetmesi mümkün değil. Meşveret ancak Muhâcirlerle Ansara ait. Onlar toplandılar da birisine uydular, ona imâm dediler mi bu, Allah'ın da razı olduğu bir şey. Onların yaptığı işe razı olmayıp imâmı kınamak, yahut bir bidate uymak sûretiyle verdikleri hükümden çıkanı, çıktığı şeye bırakırlar. Fakat ısrâr ederse, inananların yoluna uymadığı için onunla savaşa girişirler ve döndüğü şeyin vebâlini de Allah, onun boynuna yükler. Ömrüme andolsun ey Muâviye, nefsine uymaz da aklınla düşünürsen beni, Osman'ın kanına girenlerden tamamıyla berî, halkın içinde o kandan en sorumsuz bulursun. Sen de bilirsin ki ben ondan ayrılmıştım, bir kenara çekilmiştim; ama bildiğini örtmeye, bühtan etmeye kalkışırsan örtebildiğin kadar ört, edebildiğin kadar et. * * * (Muâviye'ye yolladığı Cerir b. Abdullah'a gönderdiği mektup) Bundan sonra mektubum sana varınca Muâviye'yi kesin bir hükme çağır, reyini bildirmeye zorla. Ondan sonra da yerleri yurtları sâhipsiz kılan savaşla, yahut onu hor bir hâle getirecek olan barış arasında muhayyer bırak. Savaşı kabûl ederse ona karar ver; barışı kabûl ederse biatini al vesselâm. * * * Allah'ın kulu Emir'ül-Müminin Ali'den Ebu-Süfyan oğlu Muâviye'ye: Sen de iyice bilirsin ki (Osman b. Affan hakkında ve ondan evvelki olaylara ait) özürlerimi size bildirdim; böylece de sizinle muâraza kapısını kapattım. olmamasına çare bulunmayan, def'ine imkân olmayan şey oldu bitti. Hikâye uzundur, söz çoktur. Dönen döndü, gelen geldi. Yanındakilerden adıma biat al, onlardan bir bölükle de dön, bana gel.[1] Bundan sonra, öğütlerle yazdığın, sapıklığınla bezediğin, kötü ve batıl reyinle gönderdiğin mektubun geldi. Bir kişinin mektubu bu ki ne doğru yolu görüp onu sevk edecek gözü var; ne onu yedip gerçeğe götürecek kılavuzu var; sapıklık onu çağırmış, o da ona uymuş gitmiş. Dalâlet onu haydamış; o da ona tâbi olmuş; hezeyan ederek beyhude sesler çıkarır; hatâlara düşerek adım atar, yol yitirir. (Aynı mektuptan:) Çünkü biat birdir, iki olamaz; ona başka bir reyi katılamaz. Ondan başçekip kabûl etmeyen dîne uygun buyruğu kınamış olur; o biatte düşünceye, şüpheye kapılan, müdâheneye düşmüş olur. * * * Kavmimiz, Peygamberimizi öldürmeyi, bizi kökümüzden çıkarıp atmayı dilemişti; aleyhimizde düşüncelere dalmıştı; başımıza işler açmıştı. bizden tadı tuzu men etmişti; bize korku elbisesini giydirmişti; sarp dağlara gitmemizi zorlamıştı; aleyhimize savaş ateşini yakmıştı. Allah'sa onun civarından kötülüğü gidermemizi, onun haremine girmeye kimseye fırsat vermemenizi takdir eylemişti. İnananımız, bununla ecir ve sevap diliyordu; kâfirimizse bu soyla, bu boyla övünüyordu, soyunu boyunu koruyordu. Bizden başka, Kureyş'ten olup İslâm'ı kabûl edenler, bizim kapıldığımız korkudan, öldürülmekten sağ esendiler. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, savaş tandır kızınca, insanlar, korkudan çekilmeye kalkınca ashabını, Ehlibeytiyle korudu; kılıçların, mızrakların kızgınlığına Ehlibeytini sürerdi. Hâris oğlu Ubeyde, Bedir gününde şehit edildi; Hamza Uhud gününde şehit edildi; Ca'fer, Mu'te'de şehit edildi. Dileyen de adlarını andığım kişiler gibi şehâdeti dilediler; fakat onların ecelleri gelip çatmıştı; dileyenlerinse daha gelmemişti.[2] Ne kötü bir zamana geldim ki şaşarım benimle beraber ayak diremeyen, İslâm'ı benim gibi ilk kabûl etmeyen kişi, tuttu da, benimle aynı şeyi iddiâda eş oldu; oysa ben onu tanımam bile. Sanmam ki Allah da tanısın; hamd Allah'a herhâlde. Benim Osman'ı öldürenleri sana teslim etmemi istemene gelince: Ben bu işe baktım, fakat onları sana, yahut senden başkasına vermem mümkün değil. Ömrüm hakkı için ki azgınlığından, kötülüğünden vazgeçmezsen görürsün ki yakında onlar seni isteyecekler. Onları istemem için ne karada, ne denizde, ne dağda, ne düzlükte sana bir zahmet vermeyecekler. Hem de bu, bir istek olacak ki seni gamlara batıracak; bu, bir ziyaret olacak ki onunla buluşman, seni sevindirmeyecek. Selâm, ona ehil olana. * * * Nasıl da dünya kendisini süslemiş, lezzetleriyle seni aldatmış; seni çağırmış, icâbet etmişsin; sürmüş, ona uymuşsun; emretmiş, itâatte bulunmuşsun; içinde bulunduğun şu hâl var ya; bir de perdeler açılırsa ne yapacaksın acaba? Bil ki yakındır, seni öylesine bir tutacak ki tutan; seni öylesine bir kapacak ki kapan; ondan kurtulmama imkân olmayacak; ondan seni bir koruyan, bir kurtaran bulunmayacak. Bırak şu işi de soru gününü düşün, ona hazırlan. Sıva eteklerini, yol yitirmişlerin sözlerine kulak asma; yoksa bu halde devam edersen, bu gaflete düşüp gidersen haber vereyim sana; içinde bulunduğun nâz-u naim seni aldatmış, benliğe atamış; Şeytan boğazına sarılmış, seninle murâda yetmiş; senin içine girmiş, can, kan bulunan her yerini kendine gezinti yeri etmiş. Ey Muâviye, siz ne vakit halka hâkim oldunuz, ne vakit ümmetin buyruğunu ellerinize aldınız; hem de geçmiş zamanlarda bir hakkınız, üstün bir şerefiniz yokken? Allah'a sığınırız kötülüğe düşüren sebeplerden. İsteklerin gafletine düşüp gitmekten, içinden, dışından gizli açık aykırılığa düşüp karşı durmaktan çekinmeni söylerim sana. Beni savaşa çağırdın; halkı bir yana bırak, tek başına karşıma çık; iki tarafı da savaş zahmetinden kurtar da hangimizin gönlü kararmış, hangimizin can gözü kapanmış, belli olsun. Ben Ebü'l-Hasan'ım, senin atanı, dayını, kardeşini Bedir günü öldürenim; o kılıç şimdi de yanımda; o yürekle düşmanımla buluşacağım. Dinimden dönmedim, yeni bir peygambere uymadım; ben, sizin isteyerek terk ettiğiniz, zorla ve istemeyerek girdiğiniz dosdoğru yoldayım.[3] Zannınca Osman'ın kanını istemek için geldin. Sen de bilirsin ki Osman'ın kanı nasıl ve nerede döküldü; dileyeceksen oradan dile. Sanki görüyorum seni, sana diş geçirildi mi, savaş korkusuyla ağır yükler altındaki develer gibi bağırmadasın; sanki görüyorum beni çağıran ordunu, başlarına birbiri üstüne yedikleri kılıçtan, üstlerine çullanan kötü kazâ ve kaderden, birbiri ardınca helâk olup yerlere serilmekten feryât etmedeler. Onlar ya Allah'ın kitabını inkâr eden inatçı kâfirlerdir, yahut biatten dönen hâinler. * * * Benden, Şam'ı bırakmamı istedin ya; dün sana vermediğim şeyi bugün verecek kişi değilim ben. Savaş, Arabı yedi bitirdi, ancak yarım canlı kişiler kaldı demene gelince: Gerçek uğruna can veren cennete ulaştı; batıl uğruna ölense ateşe düştü. Savaş ve adam bakımından beraberiz demene gelince de derim ki: Sen, şüphe üzerine bu işe giriştiğin halde gene de zayıfsın; benimse imânımda şüphem yok. Şam ehli, Irak ehlinin âhireti özlemesinden ziyade dünyâya düşkün. Biz de Abdimenâf oğullarıyız sözüne gelelim: Evet, fakat Ümeyye,[4] Hâşim gibi, Harb, Abdül-Muttalib gibi değildir. Ebû-Süfyan'sa Ebu-Tâlib'e benzemez. Muhâcir, azad edilene[5] benzemediği gibi soyunda şüphe olmayan da şüpheli soydan gelene benzemez. Hakka uyan, batıla uyana, inanan, şüpheye düşene eş olmaz. Ne kötü evlâttır o evlât ki atalarına uyup cehennem ateşine düşer. Bizim ellerimizde Peygamberlik üstünlüğü var, o soydanız biz; câhiliye üstünlüğüyle üstün olan kişiyi hor-hakir ettik, aşağı sayılana üstünlük verdik. Allah, Arabı, kendi dinine bölük-pörçük soktukça bu ümmet, ister istemez ona baş eğdi; kimisi inanarak Müslüman oldu, kimisi korkudan Müslüman oldu. İlk Muhâcirler, üstünlükleriyle geçip gittiler, üstünlüğü elde ettiler. Şeytanın ığvâsına uyma; onun sana yol bulmasına meydan verme vesselâm. * * * (Hamdü senâ ve salâtü selâmdan) Sonra mektubun geldi. Mektubunda, Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'i, dinini bildirmek için seçtiğini, ashabından bazıları da onu kuvvetlendirdiğini yazmışsın. Ne de şaşılacak şey ki Allah'ın bizi sınadığını, Peygamberiyle de bize lütuflarda bulunduğunu sanki sen biliyormuşsun da biz bilmiyormuşuz; bize haber veriyorsun bunu. Oysa ki bu sözlerin, Bahreyn'de hurması bol Hecer şehrine hurma götürmeye, ok atmayı bileni ok atmaya çağırmaya, ona, atıcılık belletmeye kalkmaya, tereciye tere satmaya benziyor, onu hatırlatıyor. İslâm'da falan, feşman kişinin en üstün kişiler olduğunu sanıyorsun. Bir şeyi anıyorsun ki öyle olsa sana bir üstünlük gelmez; olmasa seninle bir ilgisi düşünülmez. Senin, üstün olanla, olmayanla buyruk verenle, buyruğa uyanla ne işin var? Tutsak olup azad edilenlerle onların oğullarının, ilk hicret edenlerle, onların dereceleriyle, onların üstün olanlarıyla, olmayanlarıyla ne ilgisi olur; bunları anlatmak, onlara mı düşer? bizim oklarımızdan olmayan kanatsız bir okun vınlaması duyuldu. Buyruk altında olan biri hüküm vermeye kalkıştı. A kişi, sen yüklendiğin ağır yükle topallaya-topallaya gitmedesin; kendi gidişine bak, kendi kusurunu gör; takdir seni geriye atmış, sen de geri dur. Ne alt olan sana bir zarar verir; ne üst olan sana bir kâr getirir,sen çöllere düşmüş yelmedesin; varacağın yeri yitirmiş, sinsi-sinsi sürünmedesin. Ben sana haber vermeden de görmez misin ki Allah'ın lütfüyle Muhâcirlerin bir bölüğü şehit oldu, her birinin üstünlüğü var. Allah'ın salâtı, O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, bizim şehidimizin namazını kılarken yetmiş tekbir getirdi; onu böyle bir üstünlükle üstün etti. Görmez misin ki bir bölüğünün Allah yolunda elleri kesildi, her birinin üstünlüğü var; bizden bu hâle düşen birisine, Cennette uçmaktadır, iki kanadı var dendi.[6] Allah insanın kendisini övmesini nehyetmeseydi, bu sözleri, anan, kendisi için öyle üstünlükler anar, söylerdi ki, inananların gönülleri onu bilirdi; duyanlar da inkâr edemezlerdi. Beni bırak da var, işine git. Bizleriz, Rabbimizin seçtiği kişiler, onun lütfüne mazhar olanlar; insanlarsa bize uymak sûretiyle, bizim vasıtamızla seçilmişler, lütfüne mazhar olmuşlardır.[7] Sizinle karışmışız, sizden kız almışız, size kız vermişiz, görünüşte sizi de kendimizle bir görmüşüz, fakat bu, eskiden beri bizde bulunan üstünlüğümüze engel olamaz; siz bizim derecemizde değilsiniz, nasıl olabilir bu ki Peygamber bizden, yalanlayan sizden; Allah'ın Arslanı bizden, ahdini bozanların arslanı sizden; cennet gençlerinin uluları bizden, cehennem ehlinin çocukları sizden; âlemlerde kadınların hayırlısı bizden, odun hamallığı yapan kadın sizden. Bizdeki üstünlükler pek çok; sizdeki aşağılıklara son yok.[8] Müslümanlığımız duyulmuştur, meşhurdur; ondan önceki üstünlükler de inkâr edilemez; hâtıraları durup durur; Allah'ın kitâbıysa hakkımızdaki şüpheleri giderir de buyurur: "Soy bakımından birbirlerine yakın olanların bâzıları, bâzılarından daha üstündür. Allah kitabında." (Enfâl, 76) "Gerçekten de insanların İbrâhim'e en lâyık olanları ona ve bu Peygamber'e uyanlar ve inananlardır ve Allah, inananlara yardımcıdır." (Âl-i İmran, 61) Biz bir kere yakınlık bakımından üstünüz, bir kere de itâat bakımından. Sakıyfe günü Muhâcirler, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a yakınlıklarını öne sürerek Ansâra üst geldiler; hak bizimdir. Ansârın değil dediler. Başka bir yönden yürüselerdi Ansâr dâvâlarında ayak direrdi.[9] Sanıyorsun ki ben, bütün halifelere haset ettim, hepsine isyan ettim. İş böyleyse bu suç sana ait olmadığı gibi sana özür getirmeme de hâcet yok. Bu bir suç ki utancı sana ait değil.[10] Deve gibi zorla biate sürüklendiğimi söylüyorsun; Allah'ın ebedi varlığına andolsun ki kınamak, yermek isterken övdün beni. Beni rüsvay etmek isterken rüsvây ettin kendini. Dininde şüpheye düşmedikçe, inancında işkil bulunmadıkça mazlûm oluşu, Müslüman'a bir noksan vermez, onu bir ayıba sürüklemez. Bu söylediklerim de sana değil, senden başkalarına; çünkü sen zâten söz dinlemezsin, duymazsın; hakkı tasdik etmezsin; fakat söz sırası geldi de söyleyeyim dedim. Sonra benimle Osman arasındaki işten söz açıyorsun. Ona soy bakımından yakınlık dolayısıyla bu soruyu senin cevaplandırman gerek: Hangimiz ona daha fazla düşmanlık ettik, hangimiz ölümüne sebep olduk? Ona, yardım istediği hâlde onun, sen yerinde otur deyip yardımını istemediği kişi mi, yoksa onun yardım istediği halde yardımına gelmeyen, başına gelenler gelinceye dek oyalanan kişi mi?[11] Andolsun Allah'a ki "Gerçekten de sizden geri kalanları ve kardeşlerine de bize gelin diyenleri bilir ve bunların pek azı savaşa gelir ancak" âyeti münâfıklar hakkındadır vallahi (33, Ahzâb, 18). Nice kere ona, yaptığı işi bildirdim ben; gittiği yolun nasıl bir yol olduğunu söyledim ben; ona karşı bir günahım, bir taksirim varsa o da, ona doğru yolu göstermemdir ancak. Ama nice suçsuzlar vardır ki suçu olmadan, sebebi bilinmeden kınanırlar. Bâzı kere gerçek öğüt veren, ancak töhmet altına girer.[12] Ve diyorsun ki: Benimle sana uyanlar arasında hüküm verecek kılıçtır ancak; beni ve dostları ağlarken güldürdün bu sözünle. Ne vakit görülmüş Abdül-Muttalib oğullarının düşmandan çekindikleri, kılıçtan korktukları? Hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, savaş başlayacak.[13] Çağırdığın kişi, yakında seni çağıracak, yaklaşmayaca-ğını sandığın, sana yaklaşacak. Ben, pek tez geliyorum üstüne büyük bir orduyla, Muhâcirlerle Ansârdan ve iyilikle onlara uyanlardan toplanmış bir orduyla.[14] Pek büyük bir ordu bu, sana gelip çatacak; tozu dumana katacak. Hepsi kefenlerini giyinmişler, öç almayı amaç edinmişler; en çok sevdikleri, istedikleri şey senden öç almak, sonra Rablerine ulaşmak. Onlarla, Bedir savaşında bulunanların soyları beraber; Hâşim oğullarının kılıçları yanlarında; kardeşine, dayına, atana, soyuna neler etti onlar, bilirsin onların kılıçlarını savaş günü, unutmadın; "Ve bu, uzak değildir zulmedenlerden." (Hûd. 85) (9). Allah Allah, şaşarım şuna; sonradan icâd ettiğin, nefsinin hevasını uyup düzüp koştuğun asılsız şeylere ne kadar da sıkı sarılmışsın; şaşkınlığa ne kadar da tez yapışmışsın; hem de Allah'ın dileyip soracağı, kullarına delil olarak sunduğu ve hesabını isteyeceği gerçekleri yitirerek, ahitlerini bir yana atarak. Osman ve onu öldürenler hakkındaki fazla ve lüzumsuz sözlerine gelince: Sen o kişisin ki, kendine yardım umduğun, faydalı gördüğün zaman ona yardım ediyorsun; oysa ki ona yardımda bulunman gerektiği zaman, onu hor-hakir bıraktın, yardımına koşmadın vesselâm. * * * İsyan ve zulüm, yalan ve iftira, insanı dünyada da rezil eder, âhirette de; bunlara uğrayanlar, din bakımından da işte budur o kötü kişi diye parmakla gösterilir, âhiret bakı-mından da. Ayıplayanlar katında zulmeden, iftirada bulunan kişinin ayıbı da belirir, söylenir, kusuru da. Ve sen, çağı geçtikten sonra elde etmek istediğin şeyi elde edemezsin; bir bölük de haksız olarak şüphelere düşerler; işleri isteklerine göre ve Allah hükmüne aykırı yorumlarlar; Allah onların yalanlarını da meydana çıkarır; bunu da inkâr edemezsin. Çekin o günden ki kişi, yaptığının iyiliğini bulacak, sevinecektir o gün, yularını Şeytanın eline veren, onun yettiği yere giden kişi de nâdim olacaktır o gün. Sen bizi Kur'ân'ın hükmüne çağırdın; oysa ehli değildin onun. Senin çağrına uymadık, Kur'ân'a uyduk; onun hükmüne razı olduk. * * * Hakemeyn dolayısıyla yazıldığı anlaşılmaktadır. (Hamdü senâ ve salâtü selâmdan) Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah dünyayı, dünyadan sonraki âlem için halketti; ehlini, içlerinden hangisi daha güzel amelde bulunacak, kendilerine göstermek için sınadı. Biz dünya için yaratılmadık, dünya için çalışmamız buyrulmadı bize. Biz oraya, sınanmak için gönderildik ve Allah, beni seninle sınadı, seni de benimle; birimizi, öbürüne hüccet kıldı. Sen Kur'ân'ı yorumlayıp dünyayı dilemeye koyuldun; elimle, dilimle bir cinâyette bulunmadığım hâlde benim hakkımda kısas hükmünü tatbike kalkıştın. Sen ve Şamlılar, o kanı benden istemeye giriştiniz; bilgininiz, bilgisizinizi, aleyhime kalkıp karşı duranınız, oturanınızı bu işe kışkırttı. Kendine gel de Allah'tan çekin; yularını çek Şeytanın elinden; yüzünü âhiretten yana çevir; çünkü bizim de tutacağımız yol odur, senin de; biz de âhirete varacağız, sen de. Tezce gelip çatacak, kökünü sökecek, soyunu sopunu yok edecek Allah azâbından kork; Allah'a and içerim , hem de bu andda suçlu olmam ve bu andı yersiz de içmem; Allah; benimle seni karşılaştırırsa adımımı geri atmam; "O zamana dek ki Allah aramızda hükmeder ve odur hükmedenlerin en hayırlısı." (A'râf, 85). * * * (Allah'a hümd-ü senâ, Rasûlüne salât-ü selâmdan) Sonra derim ki: Bildirdiğin gibi biz ve siz, uzlaşmış bir toplumduk, fakat dünkü gün, aramızı ayırdı bizim. Biz inandık, siz kâfir oldunuz; bugün biz gerçek yoldayız, siz sınanıp aldandınız. Müslüman olanınız, zorla Müslüman oldu, hem de Müslüman büyüklerinin hepsi de, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a uyduktan sonra. Benim Talha'yı, Zübeyr'i öldürdüğümü, Âişe'yi ürküttü-ğümü, Hicaz'a yolladığımı, benimse iki şehir arasında konduğumu söylüyorsun. Bu, bir iş ki sen bunda yoktun; seninle olup biten bir şey yokken bundan sana ne. Muhâcirlerle Ansârın da bulunduğu bir toplulukla üstüme geleceğini yazıyorsun; senin kardeşinin tutsak olduğu gün hicret bitti.[15] Gelmekte acele ediyorsan hele dur, rahat otur; çünkü Allah, umarım ki sana azâp etmek için gönde-recektir beni. Yok, sen geleceksen ziyaretime, Esedoğlu'-nun kardeşinin dediği gibi derim sana: Yaz rüzgârına karşı gelenlerin o rüzgâr yüzlerine vurur; Koca taşlarla tozu toprağa, küçük taş parçalarını onlara savurur.[16] Atanı, dayını, kardeşini öldürdüğüm kılıç yanımdadır benim.[17] Vallahi benim bildiğim gibiysen sen, kalbin dalâlet perdesiyle örtülü, aklınsa kıt ve kötü. Sana şu söz söylenseydi yeri var: Yüksek bir yere çıkmak için merdivene tırmanmadasın; ama o merdiven seni helâke götürecek, yükseltmeyecek. Çünkü sen ne yitirdiğini aramadasın; ne hayvanını otlatmadasın; bir şey istiyorsun ki ne onun ehlisin, ne onun mâdenindesin. Sözün, yaptığın işe ne de uzak. Allah'ın salât-ü selâmı O'na olsun, Muhammed'e karşı durup kötülüğe girişen, batılı dileyen, bildiğin gibi de öldürüldükleri yerlere serilen, başlarına geleni defedemeyen amcalarına döneceksin yakında; onlar da o savaşta sağ kalmadılar; erkekleriyle korumak istediklerini koruyamadılar; savaştan geri kalmayan kılıçlarla yok olup gittiler. Osman'ı öldürenler hakkındaki lâfların çoğaldı gitti; sen de halkın kabûl ettiğini kabûl et; sonra toplumun, benim hakkımda vereceği hükme razı ol; Allah'ın kitâbına göre senin hakkında da gereken hükmü vereyim, onların hakkında da. Ama senin istediğin şey, memeden kesilen çocuğun ilk zamanlarındaki hilesinden başka bir şey değil. * * * Mektubuna cevap vereyim mi, mektubunu okuyayım mı, reyimi gevşeteyim mi, anlayışımı yanlış sayayım mı? Âdetâ tereddüt içindeyim. Benden olmayacak şeyler istiyorsun, bana mektuplar yazıp gönderiyorsun. Tıpkı dolgun mideyle yatan, derin bir uykuya dalan, dağınık ve saçma rüyalar gören, ne yapacağını bilmez bir halde kalkan, yaptığı iş aleyhine mi çıkar, lehine mi, bilmeyen kişiye benziyorsun; sen o adam değilsin ama, o, sana çok benziyor. Allah'a and içerim ki birazcık barış ümîdini gütmesem sana öylesine bir gelip çatardım ki kemikler kırılır, etler dökülürdü. Bil ki Şeytan, iyi işlere dönmene, öğüde kulak vermene engel olmakta. Selâm, ona ehil olana. * * * (Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne salat-ü selâmdan) Sonra derim ki: Görenin bakışıyla apaçık işleri görmek, ondan faydalanmak zamanın geldi; fakat sen, batıl dâvâlara giriştin, halkı yalanlarla kandırarak geçmişlerinin yolunu tuttun, yalanla, senin kadrinden pek yüce olan bir mâkama yücelmek, sana verilmeyen şeyleri kapıp almak istedin; hem de haktan kaçarak, kulaklarının duyduğuna, kalbine dolana uyman, etinden, kanından daha elzemken baş çekerek, inatlaşarak bu işe kalktın, "Haktan sonra ancak batıl var" (Yûnus, 32); apaçık bildirişten sonra insan, ona uymazsa ancak şüpheye, zanna kaçar. Şüpheden, o elbiseye bürünmekten sakın; çünkü şüphe çağını bekleyen fitne, nice zamandır ki perdelerini salmış, insanların gözlerini örtmüş, karanlığı, hiçbir şeyi göstermez olmuştur. Çeşitli yorumlara gelen mektubunu aldım; lâfların hikâyelere, masallara dayanmakta, onlarla örülmekte; o lâflarda ne ilim var, ne hilim. Sanki akan, durmayan kuma benzer cıvık, kaygan bir yerde sabahlamışsın, yürüyemiyorsun; kapkaranlık bir yola düşmüşsün; adımını nereye atacağını bile göremiyorsun. Yücesine çıkmana imkân bulunmayan bir yere tırmanıyorsun; nişâneleri yok, seçemiyorsun; oraya kartal bile uçamaz; oraya ulaşan, gökteki yıldızlara ulaşır ama bu işi başaramaz. Bu yücelik, sana lâyık değil; kadrini, haddini bil de eğil de eğil. Allah saklasın beni, Müslümanların başına seni musallat etmekten, yahut onların bir işini sana vermekten. Bundan böyle kendi hâlini düşün, uğrayacağın âkıbetten sakın; şimdiden bu işten vazgeçersen özrün makbûl olur; fakat vazgeçmekte gecikirsen ve Allah kulları sana karşı harekete geçerlerse işlerin bağlanır kalır; her şeyin berbât olur vesselâm. * * * Elinde olan şeylerden, sana vâcip olan Allah haklarından dolayı Allah'tan çekin, o haklara bak da Allah'tan sakın. Bilmediğin takdirde özrünün kabûl edilmeyeceği şeyi tanı, bilinmesi gereken şeye dön, öğren onu. Çünkü itâat için apaçık deliller var; apaydındır o yollar; beli beyandır o yol ki tutulacak; âşikârdır varılacak konak. İşi bilenler, aklı erenler, o yolu tutarlar; kötü kişiler aykırı davranırlar. Kim o yoldan saparsa haktan ayrılır; sapıklık yoluna adım atar; Allah'ın nimetini tebdil eder; azâbına uğrar. Nefsini bil, nefsini; Allah, yolunu apaçık bildirmiştir sana; işin neye varacak, tanıtmıştır sana. Sonun ziyana varacak; tuttuğun yol küfür mahallesine çıkacak. Nefsin seni şerre götürmede; sapıklığa atmada; helâk vartalarına düşürmede; yolunu güçleştirdikçe güçleştirmede. * * * İnsanların çoğunu helâk ettin; dalâlete attın; azgınlığınla onları aldattın; daldığın denizin dalgalarına kattın; şüphe dalgalarının coşkunluğuna fırlattın. Doğru yoldan saptılar; topukları üstünde gerisin geriye döndüler; soylarına boylarına yöneldiler. Ancak içlerinden can gözleri açık olanlar, seni tanıdıktan sonra senden ayrıldılar; onları serkeş dalâlet devesine bindirdikten onları doğru yoldan helâk yoluna saptırdıktan sonra, Allah'ın amânına kaçıp sığındılar. Kendin için Allah'tan çekin ey Muâviye; yularını çek Şeytanın elinden; çünkü dünyâ senden geçip gitmede; âhiretse sana gittikçe yaklaşmada vesselâm. * * * (Amr b. Âs'a mektupları:) Sen, sapıklığı ortada olan, perde açılmış, ayıbı görünmüş bulunan birisine uydun; dînini, ona uyup dünyâsını elde etmesi için sattın. O, kendisiyle düşüp kalkanı ayıplara atar; yüceyse aşağılatır; akıllıysa, hilmi varsa şaşkına döndürür; işe yaramaz bir hâle getirir. Köpeğin avladığı avın artığını yemek için arslanın pençesine sığındığı gibi sen de onun izine uydun, artığını umdun, Dünyân da elinden çıktı gitti, âhiretin de. Gerçeğe sarılsaydın dilediğini elde ederdin. Allah sana ve Ebu Süfyânoğlu'na karşı, bana bir nüsrat vermeyi mümkün kılarsa yaptığınızın cezâsını veririm; buna imkân olmaz da siz kalırsanız, önünüzdeki cezâ, daha da kötüdür, daha da çetindir size vesselâm.[18] (Basra, Ehvaz, Fars ve Kirman illerinin âmili İbn-i Abbâs'ın memûru olan Ziyâd b. Ebih'e mektupları:) Allah'a gerçek olarak yemin ederim ki, Müslümanların ganimetlerine, haraçlarına ait olan maldan, paradan, az, yahut çok bir şeyde hıyânetin bildirisine bana, sana karşı öyle şiddetli davranır, seni öyle bir sıkıştırırım ki azıcık bir mal bile senden yiter gider; o ehemmiyetsiz şey bile ağır gelir sana, sırtını çökertir senin.[19] (Muâviye, Ziyâd b. Ebih'i kendisine kardeş ilân etmek niyetine düştüğü zaman Ziyâd'a gönderdikleri mektup:) Duydum ki, Muâviye aklını çelmek, kılıcını gedmek için sana mektup yazmış. Sakın ondan; o, Şeytanın ta kendisidir; adamın önünden, ardından, sağından, solundan gelir; onu gafil avlamak, habersizce kapmak ister. Ebû-Süfyan, Hattâboğlu Ömer'in zamanında nefsine uymuş, Şeytana kapılmış, bir sözdür, söylemişti; onunla soy sâbit olmaz, mirâsa da hak kazanılmaz. Böyle bir sözle kendisini bir soya mensup sayan, deveye asılmış matraya döner; boyuna sallanır durur.[20] ________________________________________ [1] - Kendilerine biat edildikten sonra Muâviye'ye gönderdiği bu mektubu Vâkıdî, "Kitâb'ül-Cemel"de kaydeder. [2] - Ubeyde, Abdül-Muttalib oğlu Hâris'in oğludur. Rasûl'i Ekrem (s.a.a) Ubeyde'yi çok severlerdi. Ubeyde, iki oğluyla Medine'ye hicret etmiş, İslâm'ın müşriklerle ilk harbi olan Bedir'de, İslâm'ın sancağı kendisine verilmişti; bu savaşta yaralandı; Medine'ye dönerken vefât etti. Yaşı altmış üçtü (Tenkıyh, 2, s.242). Hamza, Abdül-Muttalib'in oğlu ve Hazreti Rasûl-i Ekrem'in amcaları, aynı zamanda süt kardeşleridir. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a) iki yıl önce doğmuşlardır. Rasûlullah'ın dâvete başladıklarından iki yıl sonra Müslüman olmuşlar, Medine'ye hicretten sonra Bedir savaşında bulunmuşlar, Uhud'da Vahşî tarafından şehit edilmişlerdir. Muâviye'nin anası Hind'in, Hz. Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkararak dişlediği meşhurdur (Tenkıyh 1, r. 375-376). Ca'fer, Hazreti Peygamber'in (s.a.a) amcaları Ebû-Tâlib'in oğludur. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) pek benzerlerdi. Ali (a.s)den sonra İslâm'la müşerref oldu; ondan on yıl önce doğmuşlardı. Mu'te savaşında iki kolu kesildikten sonra şehit oldular; "Ca'fer'e Allah, iki kolu yerine iki kanat verdi" hadisine istinaden "Tayyâr" lâkabıyla anıldılar (Tenkıyh, 1, s.212). [3] - Muâviye'nin atasından maksat, anası Hind'in babası Utbe'dir; dayısı, Utbe oğlu Velid'dir; kardeşi de Hanzala'dır. Üçü de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından Bedir'de katledil-miştir. [4] - Ümeyye, Abdimenaf oğlu Abdu Şems'in oğludur; Hâşim, Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) üçüncü atalarıdır ve Abdu Şems'le ikiz kardeştirler. Rivâyete göre bu ikiz çocuklar, birinin parmağı öbürünün alnına yapışık olarak doğmuşlar, kesilerek birbirlerinden ayrılmışlar, bu da hayra yorulmamıştır. "Half'ül-Fuzûl-Fazlların yemini" denen ve Hz. Peygamber'in de, on beş yaşlarındayken bulundukları, mazlûmları koruma yemininde Ümeyyeoğulları bulunmadığı gibi bu andlaşma, bir yandan da Amr'ın babası sayılan Âs'ın aleyhindeydi. Ümeyye, daha çocukken hacıların mallarını çalardı; bu yüzden de "Hâris" diye anılırdı; yüzü çirkin, beli bükülmüş, kör olmuştu; sokağa çıktıkça kölesi Zevkan onu yederdi. Harb, Ümeyye'nin oğludur; onun oğlu da Ebü-Süfyan'dır; adı Sahr'dı. Sahr, kayalık, tümsekli, gidilmesi güç yer anlamınadır; onun oğlu da Muâviye'dir; Muâviye, erkeğe kızmış kancık köpek anlamına gelir. Eşyâ-ı Murtazaviyye'den Şerik b. A'ver, bir gün Muâviye'nin yanına gitmiş, Muâviye onun salâbetine hiddetlenip tariz yollu, sen Şerik'sin, Allah'ın şeriki yoktur, A'versin, yâni bir gözün kör, gözü olan körden hayırlıdır; ahlâkın kötü, iyi huylu kişi, kötü huyludan üstündür deyince Şerik, Sen Muâviye'sin, bu adın anlamı üren köpektir; Harb oğlusun, sulh harpten yeğdir. Sahr oğlusun, düzlük, sarp yerden hayırlıdır. Ümeyye, yâni câriyecik soyundansın; hür kadın halayıktan üstündür demiştir. [5] - Mekke fethinde bağışlananlara "Tulakaa-Azad edilenler"denmiştir ki bunlar, Muhacir olmadıkları gibi Ansardan da değildirler (Ümeyyeoğulları hakkında "Fetret'ül-İslâm"ın 6-19. sayfalarına, Ebu-Süfyan hakkında "Seffinet'ül-Bıhâr"a bakınız; 1, s.633-634). [6] - Cenazesinde yetmiş tekbir getirilen, Seyyid'üş-Şühedâ Hamza'dır (a.s). Peygamber (s.a.a), Uhud'da şehit olanların cenazelerini kılarlarken Hamza'nın cesedini kaldır-tmamış, bu sûretle ona yetmiş tekbir getirmiş oldular. Elleri kesilen ve cennette iki kanatla uçan da Ca'fer-i Tayyâr'dır (a.s). [7] - Hazreti Emir'ül-Mü'minin ve Ehlibeyt (a.s) hakkın-daki âyet ve hadisleri yazsak, ayrı ve mufassal bir kitap olur. Biz, burada bir kaç hadis zikretmekle yetineceğiz: "Bu kapıdan ilk giren, muttakilerin imâmı, Müslümanların seyyidi, dinin istediği, vasilerin sonuncusu, yüzü nurla parıl-parıl parlayanları cennete götüren kişidir" buyurmuşlar, kapıdan Ali (a.s) girmiştir (Ebu-Nuaym'in "Hilye"sinden ve İbn-i Ebi'l-Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi'nden naklen "El-Murâcaât, 6. basım, Necef-1383 H. 1963, s. 187). Hazreti Ali'ye işaretle, "Bu, bana ilk inanan, kıyâmet günü benimle ilk müsâfaha edecek olan kişidir; bu Sıddıyk-ı Ekber'dir; bu, şu ümmetin hakla batılı ayıran Fâruk'udur; bu, müminlerin istediği, özlediği kişidir buyurmuşlardır." (aynı, Tabarâni'den, El-Kâmil ve Kenz'ül-Ummâl'den naklen; aynı sahife) "Ben, Rabbimin katında ne menzildeysem Ali de benim katımda aynı menzildedir." "Sayâık" dan naklen, s.189) "Bana itâat eden Allah'a itâat eder; bana isyân eden Allah'a isyân eder; Ali'ye itâat eden bana itâat etmiştir; Ali'ye isyân eden bana isyân etmiştir; Yâ Ali, sen dünyâda da seyitsin, âhirette de; senin sevdiğin, benim sevdiğimdir; benim sevdiğim de Allah'ın sevdiği kişidir; senin düşmanın, benim düşmanımdır; benim düşmanım da Allah düşmanıdır; vay benden sonra sana buğzedene." (Hâkim'in "Müstedrek"inden naklen, s. 190-191) "Kim azminde Nûh'a, ilminde Âdeme, hilminde İbrâhim'e, anlayışında Musâ'ya, zühdünde İsâ'ya bakmak, onlardaki bu sıfatları görmek isterse Ebû-Taliboğlu Ali'ye baksın, onu görsün." (Beyhaki ve Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"indn naklen, s.194) "Yâ Ammâr, Ali'yi bir yolu tutmuş, insanları başka bir yolu tutmuş görürsen Ali'nin tuttuğu yolu tut, o yola git; halkı bırak, çünkü Ali kesin olarak seni kötülüğe götürmez; kesin olarak hidâyet yolundan çıkarmaz." (Deylemî ve Kenz'ül-Ummâl'den naklen, s.193) [8] - Yalanlayandan maksat Ebû Cehl, yahut Ebu-Süfyan'dır. Allah'ın Arslanı, Hamza'dır (a.s), ahdini bozanların arslanı, Esed b. Abd'ül-Uzzâ'dır. Abdimenaf, Zühre, Esed, Teym, Hârisoğulları'yle ahitleşip Kusay oğullarıyla savaşa karar verdiler; bu yüzden onlara "Ahlâf"dendi. Abdü'd-Dâroğulları'nın elinde olan Kâbe hizmetlerini elde etmek üzere ahitleştikleri de söylenmiştir. Sonradan bunlar, ahitlerinden döndüler. Ahdini bozanların arslanı, Muâviye'nin ana tarafından atası Utbe b. Rabîa'dır diyenler de olmuştur (Kavzini s. 109). Ahdini bozanların arslanından maksat, Ebû-Süfyan'dır diyenler de vardır; çünkü Handak gazvesinde boyları o toplamış, bu boylar da Hz. Resûl-i Ekrem'le (s.a.a) savaşa ahitleşmişlerdi (Muhammed Abduh, c.3 s.32, not:4). Cennet gençlerinin uluları İmâm Hasan ve İmâm Huseyn'dir (a.s); nitekim buna dâir olan hadisleri Tirmizi, İbn-i Mâce, Müstedrek, Hilyet'ül-Evliyâ, Târih-u Bağdad, El-İsâbe, Kenz'ül-Ummâl, Neseî, Mecma'uz Zevâid, Zahâir'ul-Ukbâ tahriç etmiştir (Fadâil'ul-Hamse, 3, s.212-218). Cehennem ehlinin çocuklarından maksatsa Mervan'ın evlâdıdır (Muhammed Abduh, c.3, s.32; 4. not).kadınların hayırlısı, Hazreti Fâtımat'üt-Zehrâ selamullâhi aleyhâ'dır. Buhârî, Ahmet b. Hanbel, İbn-i Sa'd'in Tabakaat'ı, Nesei'nin Hasâis'i, Tirmizi'nin Sünen'i, Müstedrek, Hilyet'ül-Evleyâ, Kenz'ül-Ummal, Zahâir, İstîâb v.s. hadis kitaplarıyla tefsirlerde, bu hususta hadisler mevcuttur (Fadâil'ül-Hamse, 3, s.137-146). Odun hammallığı yapan kadınsa Harb'in kızı, Muâviye'nin halası, Ebû-Leheb'in karısı Ümmücemîl'dir; Kur'ân-ı Mecid'in 111. sûresinin (Tebbet) 4. âyet-i kerîmesinde "Hemmâlet'el-Hatab" diye anılmıştır. [9] - Bu hususta 1. kısmın beşinci bölümündeki 3. ve 7. hutbelere ve notlara bakınız. [10] - Bu mısra, Ebû-Zü'eyb'indir. Beytin ilk mısrası, "Benim onu sevdiğimi kınamakta kötü sözlüler" meâlindedir (Muhammed Abduh, s.33, 2. not; Kazvini, 3, s. 112). Ebu-Zü'eyb'in adı Hüveyld'dir, babası Hâlid adlı birisidir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) zaman-ı saâdetine yetişmiştir. Hicretin yirmi sekizinci yılında Mısır'da vefat etmiştir (İbn-i Kuteybe: Eş-Şi'ru ve'ş-Şuârâ; Ahmed Muhammed Şâkir basımı, 2. Kahire-1387 H. 1967; Şâir hakkındaki bibliyografya için Dr. Nihat M. Çetin'in doktora tezi olan "Kitab'ül-Müzekkeri ve'l-Müennes"e bk.) [11] - Birinci kısmın 5. bölümündeki 12. ve 15. hutbelere bakınız. Osman, evi kuşatılınca Muâviye'ye mektup gönderip imdat istemiş, fakat Muâviye mektubu okuyunca, Osman önce adalete riâyet ederken sonra huyunu değiştirdi; işler de alt-üst oldu; halk kırıldı. Allah'ın ondan giderdiği nimeti ben nasıl ona iâde edebilirim demiş, yardımda bulunmamıştı (Şeyh Zebih'ullâh-ı Mahallâtî: Kitâb-u Keşf'ül-Bünyân der Zindegânî-i Cenâb-ı Osmân ibn-i Affân; Tehran-1382, H. s. 415-416). [12] - Bir beytin ilk mısrasıdır; ilk mısranın meâli, "Ne kadar öğüt verdim, öğüt vererek ardına düştüm"dür (Kazvînî, 3 s.115). [13] - Bu mısra, Hamel b. Medr'indir. Cahiliyye devrinde develerini yağmalayıp götürdükleri vakit, "Ecel gelince ölüm, ne de güzel şeydir; hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, Hamel saldıracak; ama ölüm gelip çattı mı, ölümde de bir beis yok" meâlinde üç mısra'lık, bir ürcûzeyle Mâlik b. Züheyr'i korkutmak istemiş, sonra da onun boyuna saldırıp Mâlik'i öldürmüştü. Mâlik'in kardeşi Kays de sonradan onu ve kardeşi Huzeyfe'yi öldürerek öç almıştı. Bu mısra savaşla tehdit bâbında atasözü olmuş, söylenegelmiştir (Muhammed Abduh, s.35, 3. not; Kazvini, 3, s.116). [14] - "Muhâcirlerle Ansârdan ilk olarak iman etmede ileri dereceyi alanlarla iyilikte onlara uyanlara gelince: Allah onlardan razı olmuştur; onlar da ondan razı olmuşlardır ve onlara, kıyılarında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; orda ebedi kalırlar onlar. Budur en büyük kurtuluş ve saâdet." (9, Tevbe, 100) [15] - Bahrânî nüshasında, "Baban tutsak olduğu gün hicret bitti" tarzındadır. Ebû-Süfyan, Bedir savaşında karısı Hind'in babası Utbe, amcası Şeybe, kardeşi Velid ve Bekr maktûl düştükten sonra hicretin üçüncü yılında bunların öcünü almak ve nûr-ı İslâm'ı söndürmek emel-i fâsidiyle Uhud savaşına sebep olmuş, ondan sonra da Hendek savaşını hazırlamıştı. Mekke fethi için hazırlanan ordunun azametini duyunca Medine-i Münevvere'ye gelmiş, yolda Hazreti Abbâs'ın amânını sağlamış, bu yüzden Ömer'in kılıcından kurtulmuş, can korkusundan Müslüman olmuştu. Mekke-i Mükerreme'nin fethinden sonra orası, dâr-i harp olmaktan çıkmış, dâr-ı İslâm olmuş ve "Mekke fethinden sonra hicret yoktur" hadisi mucibince hicret bitmiştir (Câmi, 2, s.196). Böyle olduğu halde Muâviye, yanındakileri, hattâ kendisini bile muhâcirlerden göstermek gayretini güdüyordu. [16] - Bu beytin, Esedoğulları'ndan bir şâire âidiyeti anlaşılmaktadır. [17] - Atası, ana tarafından Muâviye'nin atası olan Utbe, dayısı Velid b. Utbe, kardeşi de Hanzala'dır ki üçü de Bedir'de Emir'ül-Müminin (a.s) tarafından dâr-ı azâba gönderilmiştir. [18] - Amr b. Âs, Hicretin sekizinci yılında Hâlid b. Velid ve Abd'üd-dâr oğullarından Osman b. Talha'yla Müslüman oldu. Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), oğulları Abdullah'ın vefatından sonra Âs, Hz. Peygamber (s.a.a) geçerlerken "ebter geçiyor" demişti. Ebter, soyu kesilmiş, hayırsız kişi anlamına geldiği gibi söylenmekte teeddüb ettiğimiz başka bir anlamı da vardır. Bu münâsebetle "Kevser suresi" (108) nâzil olmuş, Hazreti Peygamber'in (s.a.a) soyunun kesilmeyeceği, kendilerine hadsiz, hesapsız hayır ve bereket, sonsuz, sayıya sığmaz ümmet, çok sahâbe, şefaat ve cennette "Kevser" denen nehir veya havuzun verildiği, asıl soyu kesilenin, Hazreti Peygamber'e buğzeden Vâil olduğu beyan buyrulmuştur; bâzılarına göreyse bu sûrede kastedilen kişi, Amr'dır (Tabrasi: Mecma'ül-Beyan, 10, 1379, s.550-584; Et'Tecrid, 2, Kitâbu Tefsir'il-Kur'an, s.120; A. Gölpınarlı: Kur'an-ı Kerim ve Meâli; İst. Remzi K. 1377 H. 1958, c. 2, Açılama, s.128). Amr, Kuzâa boyuna gönderilen orduya kumandan tayin edilmiş, Umân'a âmil olmuş, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ebediyete intikâllerine kadar orada kalmıştı. Ebubekir zamanında Şam ve Filistin'le Kudus'ü, Mısır'ı ve Raka'yla Trablus'u teshir etti. Ömer'in halifeliği zamânında, Mısır'da pek çok arâziye sâhip olmuşken Ömer, bütün arâzisini, malını mülkünü zaptedip beytülmâle verdi. Osman'ın zamanında Mısır'dan azledildi; Filistin'e çekildi; işin sonunu düşünerek hiçbir harekete karışmadı. Cemel savaşından sonra oğulları Abdullah ve Muhammed'i de alarak Şam'a, Muâviye'ye, Osman'ın kanından Ali'nin sorumlu olduğunu yaymasını, Sıffin'de, Kur'ân'ın hakem yapılmasını telkin eden Amr'dır. Hicretin otuz dördüncü yılı şevvalinin ilk günü ölmüştür; ölümünde yetmiş yaşındaydı (Tekıyh, 2, s.333; El-Beyanu ve't-Tebyin, Üsd'ül-Gaabe, İstiâb, Târih'ul-Hamis, El-Kâmil, Mürûc-üz Zeheb, İkd'ül-Ferid, Nakd'üt-Tevârih, Ravzat'ül - Ebrâr, Câmi'ul - Hikâyât, Kitâb'ül - Fahri ve Mesâhir'ün-Nisâ'dan naklen Fetret'ül-İslâm; s.73-78 1. kısmın 5. bölümündeki 64. hutbenin notlarına da bk.) [19] - Ziyâd, Ebû-Süfyân'ın, Tâif'te buluştuğu Sümeyye adlı eli bayraklı bir kadının oğludur; fetih yılında, yahut hicret senesinde, bir rivâyette de Bedir savaşı günü doğmuştu; babası şer'an meçhûl olduğundan babasının oğlu anlamına "Ziyâd b. Ebih" diye anılırdı. Sohbet ve rü'yeti yoktur. Ömer zamânında Basra emvâlinin cibâyeti hizmetinde ve Ebû-Mûsâ'l-Aş'arî'nin vekâletinde bulunmuştu. Hazreti Emir (a.s), onu Basra âmili tayin buyurmuşlardı. İmâm Hasan aleyhisse-lâm'ın hilâfetinden sonra Muâviye'ye tâbi oldu ve Muâviye, "Çocuk, yatağındır; zinâ edeneyse taş var", yâni çocuk, şer'an evli olan babasının oğludur; zinâ ile neseb sahih olamaz meâlindeki hadis-i şerife (Câmi, 2. s.186) ve şeriat-i Muhammediyye'ye muhâlefetle Ebû-Meryem adlı birisinin şehâdetiyle onu kendisine kardeş ilân etmiş, bu hususta ashab-ı kirâmın, hattâ Ümm'ül-Mü'minin Âişe'nin itirazlarına kulak bile asmamıştı. Ziyâd, sonradan Eşyâ-ı Murtazaviyye hakkında pek şiddetli davranmış, binlerce Müslüman'ın kanına girmiştir. Oğlu Ubeydullah'sa, İmâm Huseyn aleyhis-selâma karşı Yezid'in emirlerini yerine getirmiş, babasının oğlu olduğunu hakkıyla ispât eylemiştir. [20] - Allah razı olsun, Seyyid diyor ki: Ziyâd bu mektubu okuduktan sonra, Kabe Rabbine andolsun ki böyledir dedi; fakat bu, hatırında olmakla beraber Muâviye kendisini çağırınca da ona uydu. Ömer'in zamanında Ziyâd, bir mecliste pek güzel sözler söylemiş, Amr b. Âs, Allah için demişti, bu kişi Kureyş'ten olsaydı Arabı sopasıyla dilediği yere sürerdi. Bu söz üzerine Ebû-Süfyan, vAllahi Kureyş'tendir o; tanısaydın onu, senin ehlinden de daha üstündür demiş, Amr, babası kim diye sorunca da, onu anasının rahmine ben attım sözünü söylemişti. Amr, peki, neden soyuna almıyorsun deyince de Ömer'i işaret ederek, şurada oturan büyük kişiden korkuyorum; benim postumu yüzer demişti ve bu sözler, halkın arasında yayılmıştı. Muâviye, Ziyâd'a, Ziyâd Fars eyâleti âmiliyken, "Nice kişiler vardır ki soyundan kesilir de düşmana tâbi olur; sen de bunlardansın; sanki benim kardeşim değilsin; oysa ki biz, bir babadan olmuşuz. Ben Osman'ın kanını almak istiyorum, sense bana karşı duruyorsun. Sana bu gevşeklik, anandan geçmiş. Ben sana lütfetmek, yaptığını bağışlamak, bu hususta sevâba ermek istiyorum. Sen onlar için ne kadar savaşırsan savaş, onlardan ancak uzaklaşırsın; çünkü Abdu-şemsoğulları, Hâşimoğulları'nın katında düşman sayılırlar. Sen kendi soyuna, boyuna gel, katıl; başka kuşun kanadıyla uçmaya çalışan kuşa dönme; inadı bırak, yok, eğer sözüme inanmıyorsan, bu işten vazgeç, ne bana ziyan ver, ne de dostlarına" meâlinde bir mektup göndermişti. Hazreti Emir (a.s) bunu duyunca Ziyâd'a yukarıdaki mektubu yollamış-lardı. |