ŞİA'NIN ANLAMI Şia’nın Terim Anlamı: Şia kelimesi Arapçada izleyici bir kaç kişi veya izleyen topluluk anlamına gelmektedir. Şia kelimesi Kuran-ı Kerim’de de birkaç yerde bu anlamda kullanılmıştır. Örnek olarak;“…orada iki adamın kavga etmekte olduğunu gördü; bu, kendi taraftarlarındandı (şialarındandı) öbürü, düşmanlarından. Derken, taraftarlarından (şialarından) olan, düşmanlarından olana karşı Mûsâ’dan yardım istedi”Bu ayette Hz. Musa’nın (a.s) izleyicilerinden biri hakkında, “Musa’nın Şiası” şeklinde söz edilmektedir.Kurâ-ı Kerim’in başka bir yerinde ise Hz. İbrahim’i (a.s) Hz. Nuh’un (a.s) Şiası olarak tanıtmaktadır.“Ve şüphe yok ki İbrâhim de onun taraftarlarındandı (Şia’larındandı) elbet.”İslam’ın başlangıcında Şia kelimesi sözlük anlamı olarak bir kişi ya da belirli bir grubun takipçisi anlamında kullanılıyordu. Örnek olarak; bazı rivayetlerde Ali b. Ebu Talib’in Şia’sından ve bazı rivayetlerde de Muaviye b. Ebu Süfyan’ın Şia’sından söz edilmektedir. Ama bu kelime daha sonraları sadece Hz. Ali’nin (a.s) imametine inananlar için kullanılmaya başlanmıştır.Şehristanî (548 h.k) İslami mezhep ve fırkaları ile ilgili önemli kaynaklardan biri olan “el-Milel Ve’n-Nihel” adlı kitabında şöyle diyor:“Şia, Hz. Ali’nin (a.s) has izleyicileri ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) açık istek ve öğretisi üzerine onun imamet ve hilafetine inanan kimselerdir.”Bu çok dakik bir tariftir. Çünkü Şiîler şahsi isteklerinden dolayı değil, Peygamber’in (s.a.a) isteği üzerine Ali’nin (a.s) imametine inanmaktadırlar. Ama Şia’nın dışındaki mezhepler Peygamber’in (s.a.a) hilafet meselesini halka bıraktığına ve Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra da Sakife’de seçilen kimseyi izlediklerine inanmaktadırlar. Oysa Sakife’de bu şekilde seçilen ilk halife Ebu Bekir’in kendisi bu düşüncenin tersine, halifeyi kendisinin seçmesi gerektiğine inanıyordu. İkinci halife Ömer b. Hattab ise altı kişilik bir şura kurup özel emirler vererek, içlerinden birini kendi yerine halife seçmeleri için görevlendirdi.İlginç olan ise; dördüncü halife olarak Ali b. Eb-u Talib’in takriben bütün Müslümanlar tarafından seçilmesidir. Üçüncü halife Osman b. Affan’ın öldürülmesinden sonra halkın baskıları sonucu, halifeliği kabul etmek zorunda kalmıştır.Ünlü araştırmacı Hasan b. Musa Nevbahti (313 h.k) “Şia Fırkaları” adlı kitabında şöyle diyor:“Şia, Ali b. Eb-u Talib’in fırkası ve cemaatidir. Onlara hem Peygamber’in hayatında, hem de Peygamber’den sonra Şia deniliyordu. Ali’ın izleyicileri ve onun imametine inananlar diye tanınıyorlardı.”Geçmiş dönemlerin seçkin âlimlerden Ş. Müfid (413 h.k) Şia’yı şu şekilde tanımlamaktadır:“Ali’yi (a.s) izleyen ve onun Peygamber’in (s.a.a) ilk halifesi olduğuna inananlardır.”Ş. Müfid, Şia’nın “İmamiye” olarak adlandırılmasını şu şekilde açıklıyor:“Bu unvan, imametin her zaman gerekli olduğuna, imamın Allah (c.c) tarafından seçilmesinin, masum ve kamil olmasının gerekliliğine inanan kimseler içindir.”Bu anlatılanlara dayanarak Şia’nın Peygamber (s.a.a)’in halifesi hakkında ki inançlarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Peygamber (s.a.a)’in halifesi olmak ilahî bir makamdır. 2- Peygamber (s.a.a) nasıl Allah tarafından seçildiyse, halife veya imamda aynı şekilde Allah tarafından seçilir ve Peygamber (s.a.a)’in aracılığı ile halka tanıtılır. 3- İslam Peygamber’inin (s.a.a) ilk halifesi Ali’dir.Şia kavramı açıklandıktan sonra doğal olarak şia’nın ne zaman başladığı sorusu akıllara gelecektir. Şia ve Şia olmayan fırkaların güvenilir kabul ettikleri kaynaklarda nakledilen rivayetlerde, imamet meselesi hakkında birçok hadis göze çarpmaktadır. Bu hadisler Şia’nın inançları ile ilgili olan bölümde incelenecektir. Ama burada da konunun açıklığa kavuşması için Peygamber (s.a.a)’den nakledilen “Ali’nin Şia’sı” diye adlandırdığı topluluğu içeren hadisleri sunup, İslam tarihi ve hadislerden başka delillere de işaret edeceğiz. Burada sunulacak bütün hadisler Ehl-i Sünnet’in önemli kaynaklarında yer almaktadır.Elbette burada bu konu ile ilgili sunulacak olan hadisler sadece seçilmiş birkaç örnekten ibarettir. Ve muteber olarak kabul edilen bu kaynak kitaplarda ise daha fazla hadis bulunmaktadır. 1-İbn-i Asakir (571 h.k), Cabir Abdullah el-Ensari’den şöyle naklediyor:“Bir gün biz Peygamber’in (s.a.a) yanında iken Ali geldi. Bu sırada Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Canımı elinde bulunduran Allah’a (c.c) ant olsun ki mutlaka bu ve bunun Şiîleri, kıyamet günü kurtuluşa ereceklerdir.” Sonra Beyyine suresinin yedinci ayeti nazil oldu: “İman edip salih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.” Bu olaydan sonra Peygamber (s.a.a)’in ashabı Ali’yi ne zaman görseler “İnsanların en hayırlısı geldi.” diyorlardı. 2- İbn-i Hacer (974 h.k) İbn-i Abbas’tan şöyle naklediyor:“Beyyine suresinin yedinci ayeti nazil olduktan sonra Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ali’ye şöyle buyurdu: “Onlar (en hayırlı insanlar), sen ve senin Şia’larındır. Sen ve senin Şia’ların kıyamet günü Allah’tan razı olmuş ve Allah da sizlerden razı olmuş ve senin düşmanların ise öfkeli ve boyunlarından tutulmuş bir halde hazır olacaklardır.”Aynı kitapta İbn-i Hacer, Ümmü Seleme’den şöyle naklediyor:“Peygamber (s.a.a) Ümmü Seleme’nin evinde bulunduğu bir gece kızı Fatıma (s.a) ve arkasından da Ali (a.s) eve geldi. Sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ali! Sen ve senin ashabın ve Şia’ların cennet ehlidir.” 3- İbn-i Esir (606 h.k) Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu naklediyor:“Ey Ali! Sen ve senin Şia’ların Allah (c.c)’ın huzuruna O’ndan razı olmuş ve O’da sizden razı olmuş bir halde çıkacaksınız ve düşmanların da öfkeli ve boyunlarından tutulmuş bir halde çıkacaklardır.” Sonra Peygamber (s.a.a) kendi boynunu elleriyle tutarak bu olayın nasıl gerçekleştiğini gösterdi.Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ali’ye (a.s) “Bizim Şiamız” tabirini kullandığı başka hadislerde vardır. Bu tabir önceden işaret edilen konu ile de uyum içindedir. Yani Şia, şahsi görüşleri olarak değil, Peygamber’in (s.a.a) öğretileri doğrultusunda Ali’ye uyan kimselerdir. Aslında Ali’nin (a.s) Şia’sı Peygamber’in (s.a.a) Şia’sıdır. Buna örnek olarak İbn-i Asakir Peygamber’den (s.a.a) naklettiği şu rivayeti nakledebiliriz:“Cennette çiçek balından daha tatlı, yağdan daha yumuşak ve buzdan daha serin bir kaynak vardır ve o kaynağın çok güzel bir kokusu vardır. Ben ve Ehl-i Beyt’im o kaynakta bulunan çamurdan yaratıldık ve bizim Şia’larımız da aynı çamurdan yaratıldılar.”Peygamber’in (s.a.a) Ali’ye (a.s) “Soyunun Şia’sı” tabirini kullandığı hadisler de vardır. Bu tabir de aynı şekilde önceden açıklanan Şia kavramını onaylamaktadır. Şia imamet meselesine temelde inandığı için Ali’yi (a.s) izlemektedir. Üçüncü bölümde daha geniş bir şekilde ele alınacağı gibi; Şialar Hz. Ali’nin (a.s) ilk imam olduğuna ve ondan sonra da onun ve Fatıma’nın (a.s) soyundan gelen kimselerin, Allah’ın (c.c) seçmesi ve Peygamber’in (s.a.a) bildirmesiyle, imameti devam ettireceklerine inanmaktadırlar. Buna örnek olarak Zamahşeri (528 h.k) Rebiü’l-Ebrar kitabında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder:“Ey Ali! Kıyamet günü ben Allah’a (c.c) sen bana, senin evlatların sana ve Şia’lar da onlara bağlanacaklardır. O zaman bizi nereye götüreceklerini göreceksin.”Açıklanması gereken önemli noktalardan biri de, imametde olduğu gibi, nübüvvetin de peygamberlerin pak soylarına intikal ettiği gerçeğidir. Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Ant olsun ki, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyunda karar kıldık.” Ayetin anlatmak istediği; Allah (c.c) tarafından seçilebilmek için gerekli olan peygamberlik şartlarını ve özelliklerini taşıyan kimselerin Nuh (a.s) ve İbrahim’in (a.s) soyundan gelmeleridir.Peygamber (s.a.a)’in hayatında, bir topluluğun Şia adıyla ortaya çıkışını ispatlayan, yukarıda ki ve sonradan işaret edilecek olan imamet ile ilgili hadislere ilave olarak başka deliller de vardır. Örnek olarak; Mekke’de Peygamber (s.a.a) Allah (c.c) tarafından gelen emir doğrultusunda, akraba ve yakınlarını İslam’a davet etmesi için görevlendirildiği zaman yemek hazırlayarak onları evine çağırdı. Yemekten sonra peygamberliğini ilan ederek onları İslam’a davet etti. Sonra peygamber (s.a.a) onların içinden kim İslam’ı kabul eder ve O’na yardım ederse vasisi ve halifesi olacağını açıkladı. Herkesin sessizliğe büründüğü o anda, daha çocuk yaşta olan Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’in davetine icabet etti. Peygamber (s.a.a) Ali’nin oturmasını isteyerek davetini iki defa tekrarladı. Her defasında sadece Ali (a.s) olumlu cevap verdi. Sonunda Peygamber (s.a.a) Ali’nin hazır oluşunu ve Allah (c.c) karşısındaki teslimiyetini kabul edip, ilahî emre göre O’nu halifesi olarak tanıttı.Peygamber (s.a.a) önemli bir açıklamasında, Ali’nin (a.s) daima hak ile beraber olduğunu söylemiş, bütün yanlış davranış ve hatalı inançlardan uzak olduğunu ifade etmiştir. Aslında üstü kapalı olarak Müslümanlar ve hak peşinde olanlardan Ali’ye uymalarını istemiştir. Ümmü Seleme Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder:“Ali her zaman hak ile Kuran-ı Kerim ve hak da Ali ile beraberdir ve kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır.”Bu hadis İbn-i Abbas, Ebu Saidî Hudrî, Ebubekir, Aişe, Ebu Leyla ve Ebu Eyyübî Ensârî tarafından da nakledilmiştir.Aynı şekilde Peygamber’den (s.a.a) şöyle nakledilmiştir:“Allah’ım Ali’ye rahmet et ve hakkı her zaman Ali ile beraber kıl.”Peygamber (s.a.a) birçok defa ashabı arasında Ali’yi (a.s) İslam-i Konuları en iyi bilen olarak ilan etmiştir. Örnek olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:“Hikmet on kısımdır; dokuz kısmı Ali’ye verilmiş ve diğer kalan bir kısmı da halk arasında paylaştırılmıştır.”Sonraları ikinci halife Peygamber (s.a.a)’in bu sözlerini şu itirafıyla onaylamıştır: “Allah beni hiçbir güçlük ve zorlukta Ali’siz bırakmasın.”Bu sözlerimize ilave olarak bir insanın Hz. Ali’nin Müslümanlar arasında makamını anlaması için; O’nun İslam yolunda yaptığı fedakârlık ve hizmetleri bilmesi gerekmektedir. Örnek olarak; Mekke müşrikleri Peygamber (s.a.a)’i öldürmek için plan kurdukları zaman Allah (c.c) Peygamberini bu suikasttan haberdar etmişti. Peygamber de (s.a.a) emniyetli bir şekilde Mekke’den Medine’ye hicret edebilmek için Ali’den (a.s) kendi yatağında yatmasını istedi. Bu sayede müşrikler Peygamber’in (s.a.a) evde olduğunu zannedeceklerdi. Ali (a.s) bu görevi sevinçle kabul etti. Bu olayın arkasından şu ayet nazil oldu: “İnsanlardan bazıları Allah’ın rızasını kazanmak için canlarını satarlar.” Daha sonra da Peygamber’in (s.a.a) Mekke’den Medine’ye olan hicreti İslamî takvimin başlangıcı olarak kabul edildi.Ali (a.s) İslam’ın hedeflerine hizmet etmek için Bedir, Uhut, Hayber, Hendek ve Huneyn savaşlarına katılarak önemli görevleri yerine getirdi. Bu olaylar tarih kitaplarında, Şia ve Ehl-i Sünnetin naklettiği rivayetlerde kayıtlıdır.Bundan önce açıklandığı gibi imamet konusu ile ilgili genel ve Ali’nin (a.s) imameti ile ilgili özel nebevî hadislerin bağımsız olarak birer birer incelenmesi gerekmektedir. Ama burada konuyu Şia ve Ehl-i Sünnet’ten birçok insanın bildiği “Gadir Hum” hadisiyle sonuçlandırmak istiyorum. Peygamber (s.a.a) yaptığı en son hacdan (veda haccından) dönerken yanında bulunan binlerce Müslüman’dan, “Gadir-i Hum” denilen yerde durup, toplanmalarını istedi. Sonra Peygamber (s.a.a) deve semerlerinden oluşturulan minberin üzerine çıkarak şöyle buyurdu:“Ben kimin mevlası-velisi isem Ali de onun mevlası-velisidir.” Bunun ardından orada bulunan herkes özellikle birinci ve ikinci halife Ali’ye (a.s) bi’at ederek, onu kutladılar. Bu hadis, yüzden fazla kaynakta nakledilmiştir. Bu hadisin bulunduğu Ehl-i Sünnet kaynaklarının genel fihristini araştırmak için Mir Hamid Hüseyni Hindi’nin (1306 h.k) yazdığı “Abagatü’l-Envar” kitabına ve Allame Abdu’l-Hüseyin Emini’nin “el-Gadir” kitabına bakılabilir.Bazı Ehl-i Sünnet yazarları bu hadisin gerçekliğini kabul etmelerine rağmen hadiste geçen “Mevla” kelimesini başka türlü yorumluyorlar. Onların görüşüne göre “Mevla” kelimesi, burada velî ve yönetici anlamında değil de, dost ve arkadaş anlamında kullanılmıştır. Bu yorumun doğru ve o zamanki olaylarla uyumlu olup olmadığını bir kenara bıraksak dahi, şüphe yok ki her iki durumda da bu hadis Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında Ali (a.s)’a özel ve ayrı bir makam kazandırmaktadır.Yukarıda zikredilen tarihi deliller ve bir araya toplanmış çeşitli hadislere göre, Peygamber (s.a.a) zamanında ki Müslümanların birçoğunun Ali’yi (a.s) kalpten ve candan sevdikleri, her zaman onunla beraber olmayı istedikleri ve Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra da ona uyma kararlarının olduğu konusunda hiç şüphe kalmıyor. Bu Müslümanlar genellikle “Ali’nin Şiası” diye anılıyorlardı. Sonraları bunlara sadece “Şia” denmeye başlandı. Bundan daha önemlisi Ali’nin (a.s) imamet ve hilafet konusunun Peygamber’in (s.a.a) zamanında gündeme gelmesidir. Doğal olarak Peygamber’in (s.a.a) vefat etmesi, insanların imamet ve hilafet konusuna yoğunlaşmalarına neden oldu. Böylece Ali’ye (a.s) uyma gerekliliğine inanan kimselerle, toplumun önderliği olan hilafet konusunu Peygamber’den (s.a.a) sonra ilahî bir makam olarak kabul etmeyenler birbirinden ayrıldılar. Ehl-i Sünnet tarihçilerinden Mes’udi (345 h.k) Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra gerçekleşen olayları şöyle anlatıyor:“Ali ve onun Şia’larından bir topluluğun, Ebu Bekir’in kendisine biât etmelerini istediği sırada, Ali’nin evinde bir araya toplandıkları kesin bir olaydır.”Sonraları Ali’nin (a.s) hilafeti zamanında çıkan savaşlar gibi bazı olaylar ve Şia’nın üçüncü imamı Hz. Hüseyin (a.s) ve yetmiş iki yaranının şehit olduğu Kerbela vakıası Ali’nin (a.s) Şia’larını daha belirgin ve Şiîlik kimliğini daha açık bir hale getirdi. Örnek olarak; çok eski kitaplardan birinde şöyle yazıyor: “Ali (a.s) Talha ve Zübeyir’i mahkum etmek için şöyle buyurdu: “Talha ve Zübeyir’in adamları Basra’da temsilcilerimi ve Şialarımı öldürmüşlerdir.”Ebu Mihnef (158 h.k) şöyle bir açıklamada bulunuyor: “Muaviye’nin ölümünden sonra Şia’lar Süleyman b. Sured’in evinde toplanmışlardı ve o onlara şöyle dedi: “Muaviye ölmüştür ve Hüseyin (a.s) Emeviler’e biat etmekten kaçınarak Mekke’ye doğru hareket etmiştir. Sizlerse onun ve onun babasının Şia’ları olduğunuzu iddia etmektesiniz.” Şialık ilk olarak Hicaz’da Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında ortaya çıkmıştır. Tarih ve din âlimlerinin biyografisini inceleyen kitaplara baktığımızda, Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında ve Ben-i Haşim ailesinden (Haşim, Peygamber’in (s.a.a) büyük babası) aşağıdaki kişilerin Şia’ların tanınmış çehrelerinden olduğu anlaşılmaktadır: Abdullah b. Abbas, Fazl b. Abbas, Übeydullah b. Abbas, Kısam b. Abbas, Abdurrahman b. Abbas, Temam b. Abbas, Akil b. Ebu Talip, Ebu Süfyan b. Hars b. Abdulmuttalip, Nufel b. Hars, Abdullah b. Cafer b. Ebu Talip, Avn b. Cafer, Muhammed b. Cafer, Rebi’et b. Hars b. Abdulmuttalip, el-Tufeyl b. Hars, el-Mugayre b. Nufeyl b. Hars, Abdullah b. Hars, b. Nufeyl, Abdullah b. Ebu Süfyan b. Hars, Abbas b. Rebie ‘t b. Hars, Abbas b. Utbe b. Ebu Leheb, Abdulmuttalip b. Rebie’t b. Hars ve Cafer b. Ebu Süfyan b. Hars.Peygamber (s.a.a)’in ashabı arasında Haşimî ailesinden olmayan şu şahıslar da Şia’dır:Salman, Mikdad, Ebuzer, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. Yeman, Huzeyme b. Sabit, Ebu Eyüp Ensarî, Ebu Heysem Malik b. Tihan, Ubeyy b. Ka’b, Kays b. Sa’d b. Ubade, Udeyy b. Hatem, Ubade b. Samit, Bilal Habeşî, Ebu Rafi’, Haşim b. Utbe, Osman b. Huneyf, Hekim b. Cebillah Abdi, Sahl b. Huneyf, Halid b. As, b. Huseyb el-Eslemi, Hind b. Ebi Hale el-Temimi, Cu’de b. Hubeyre, Hücr b. Adiyy Kendi, Amr b. Hemk Huza’i, Cabir b. Abdullah Ensari, Muhammed b. Ebu Bekir (birinci halifenin oğlu) Aban b. As ve Zeyd b. Suhan Zeydî. ŞİA'NIN DOGUŞU VE iLERLEMESi 1- SIA'NIN DOGUSU, BASLANGICI VE NITELIGI Sia'nin baslangiç noktasini Peygamber (s.a.a) efendimizin hayatta bulundugu dönem olarak bilmek gerekir. Sia, ilk olarak Ehl-i Beyt Imamlarinin birincisi olan "Hz. Ali Sia'si" adiyla tanindi. Yirmi üç yil süren davetin zahir olup, ilerleme döneminde Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) dostlari içinden böyle bir toplulugun kendiliginden olusmasini gerektiren bir çok olaylar olmustur.[5] Örnegin: 1- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bi'setin ilk günlerinde, Kur'an-i Kerim'in kesin hükmüne göre[6] akrabalarini kendi dinine davette bulunmaya memur kilindigi zaman, onlara apaçik bir sekilde. "Sizlerden hanginiz davetimi ilk olarak kabul ederse, benim vasim ve vezirimdir." buyurdular. Ali (a.s), herkesten önce ayaga kalkip Islam'i kabul etti. Peygamber (s.a.a) Efendimiz de, imanini ve verdikleri vadeleri kabul ettigini açikladilar.[7] Bir rehberin kiyam ettigi ve mücadele verdigi ilk günlerde dostlarinin içerisinden birini kendi vasilik makamiyla, baskalarina tanitmasi ama vücutlari bastan ayaga fedakarlikla dolup tasan kendi dostlarina tanitmamasi, yahut tanitip da yasanti ve davetinin bütün asamalarinda, onu vezirlik görevlerinden alikoymasi ve bu makamin ihtiramini gözetmeyip onunla digerleri arasinda hiç fark gözetmemesi mümkün degildir. 2- Sia ve Ehli-Sünnetin Mütevatir ve Mustafiz olarak rivayet ettikleri hadislere göre Resulullah (s.a.a) apaçik bir sekilde özetle söyle buyurmustur:[8] "Ali (a.s), islerinde ve sözlerinde her türlü hata ve günahtan masumdur. Söyledigi sözlerin ve yaptigi islerin hepsini Islam dinine uygun olarak yerine getirir. Islam maarifi (ögretileri) ve seriat hakkinda halkin en bilginidir."[9] 3- Hz. Ali (a.s), Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Mekke'den Medine'ye hicret edecekleri gece,[10] O'nun yataginda uyumasi gibi degerli hizmetler ve sasirtici fedakârliklar yapmistir. Bedir, Uhud, Handek ve Hayber savaslarindaki fetihlere O'nun vasitasiyla erisilmistir. Eger bu olaylardan herhangi birinde onun yardimi olmasaydi, Islam dini ve Müslümanlar düsmanlarin eliyle kökleri kazilip yok olurlardi.[11] 4- Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin onuncu yilinda son hac ziyaretinden dönerken -Cuhfe vadisinde- Gadir-i Hum olarak bilinen yerde Hz. Ali'yi (a.s) bütün halkin velisi, kendisi gibi müminlerin emiri ve mütevellisi (idare edeni) oldugunu açiklayip halka tanitmislardi.[12] Herkesin kabul ettigi[13] bu imtiyaz ve özel faziletler ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) olan sonsuz derecede muhabbet ve sevgisi[14] -ister istemez- fazilet ve hakikat asiklarindan bir grubu Hz. Ali'yi sevmeye ve ona itaat etmeye sevk etmistir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'ye göstermis oldugu bu sevgi ve muhabbet, diger bu grubu da ona karsi haset beslemege ve kin gütmeye itmistir. Buraya kadar zikredilen bütün delillerin yani sira, "Ali Sia'si" ve "Ehl-i Beyt Sia'si" isimlerine, Peygamber'in (s.a.a) birçok buyruklarinda[15] rastlamak mümkündür. 2- SIA AZINLIGININ EHL-I SÜNNET ÇOGUNLUGUNDAN KOPMASI VE IHTILAFIN ÇIKIS NEDENLERI Hz. Ali'nin (a.s) taraftarlari ve izleyicileri, onun Hz. Peygamber (s.a.a), sahabe ve Müslümanlar yaninda olan makam ve mevkisine istinaden, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarindan sonra, hilafet ve mercilik makamlarinin onun uhdesine olacagina kesin gözüyle bakiyorlardi. Zaten, Peygamber Efendimizin (s.a.a) rahatsiz oldugu günlerde vuku bulan birkaç hadise[16] disinda, bütün durumlar ve vaziyetler, onlarin görüsünü dogruluyor ve pekistiriyordu. Ama beklediklerinin tam aksine, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatlarindan sonra, henüz mutahhar cesetleri defin edilmemisken, Ehl-i Beyt ve sahabelerden bir kisminin defin, teçhiz ve yas hazirligi içerisindeyken, daha sonralari çogunlugu elde eden bir grubun çok erken davranip Resulullah'in Ehl-i Beyt ve yakinlariyla istisare etmeden hatta en azindan haber bile vermeksizin, Müslümanlarin hayrini gözetme bahanesiyle kendi baslarina halife tayin ettiklerini duydular. Böylece Ali (a.s) ve dostlarini olmus, bitmis bir hadiseyle karsi karsiya biraktilar.[17] Hz. Ali (a.s) ve Abbas, Zübeyr, Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar gibi taraftarlari, Peygamberimizin defin merasimini bitirdikten ve bu olayla ilgili bilgi edindikten sonra seçimle olan bu hilafete ve elemanlarina tenkit makaminda itirazda bulundular. Bazi toplantilar düzenlediler. Ama cevap olarak: "Müslümanlarin hayri bundadir." sözünü isittiler.[18] Evet, azinligi çogunluktan ayirip koparan ve onlari "Ali Sia'si" diye topluma tanitan neden, azinligin bu tenkit ve elestirileri ve karsi grubun da itiraflariydi. Bu olayin ardindan hilafet makami, zamanin siyaseti gerekçesiyle adi geçen azinligin bu adla taninip, neticede toplumun azinlik ve çogunluk diye ikiye bölünmemesi yolunda çaba harciyor ve bu meseleyi yakindan takip ediyordu. Bunun için hilafetin ittifakla gerçeklestigi yolunda iddiada bulunuyorlar ve itiraz edenlere "Müslüman cemaatindan ve biatten kaçanlar" adini takiyorlardi. Hatta bazen bunlar hakkinda kötü tabirler kullaniyorlardi.[19] Elbette Siiler ilk günlerden beri çagin siyasetine mahkum kaldilar ve itirazda bulunmakla da hiç bir yere ulasamadilar. Hz. Ali de Islam ve Müslümanlarin maslahatini gözetmesi ve yeteri kadar gücü olmadigindan, kanli kiyamlara elini uzatmadi. Ama itirazda bulunan azinlik, görüs ve inancinda çogunluga teslim olmayip, ilmi mercilik ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) halifeligini Ali'nin (a.s) özel ve mutlak (kayitsiz, sartsiz) hakki bildiler.[20] Bu yüzden ilmi ve manevi müracaatlari ancak o Hazrete yakisir biliyorlar, ona davette bulunuyorlardi.[21] 3- ILMI MERCILIK VE HILAFET MESELESI Sia, Islami ögretilerden çikardigi sonuca göre, Islam talimati ve dini egitimin açiklanmasi,[22] daha sonra toplum içerisinde tamamen uygulanmasinin, toplum için birinci derecede önem tasidigina inanir. Baska bir deyisle; toplumun fertleri ilk önce dünya ve insana gerçek gözle bakmalidirlar, insani vazifelerini taniyip istekleriyle zit olsa dahi yerine getirmelidirler. Ikinci derecede, din üzerine kurulu bir hükümet, toplumda gerçek Islami düzeni, halkin Allah'tan baskasina kul olmamasini, gerçek anlamiyla özgürlügü, ferdi ve toplumsal adaletten yararlanmalarini saglayacak bir biçimde uygulamali ve onu korumalidir. Bu iki amaca ancak ismet ve ilahi masumiyete sahip kimselerin vasitasiyla ulasilabilir. Aksi takdirde kendilerine birakilan görevlerde fikir sapikligi olan ve ihanetten geri kalmayan sahislar, fetva kaynagi yahut ilmi mercilik makamini ele geçirebilirler. Böylece tedricen Islam'in adalet üzerine kurulu özgürlük kaynagi olan Ilahi velayet, Kayser (Bizans hükümdarlarinin unvani) ve Kisra (Sasani padisahlarina verilen unvan) saltanatina dönüsür. Islam'in yüce ögretisi diger dinlerde oldugu gibi, egoist ve heveslerine kapilan aydinlarin eliyle tahrif edilebilir. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) tasdik ettigine göre, yaptigi islerin ve konustugu sözlerin ve izledigi yolun tamami Kur'an-i Kerim ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetine uygun olan bir kimse varsa o da ancak Hz. Ali'dir.[23] Kureys kabilesinin Hz. Ali'nin (a.s) hilafetine karsi olduklarini söyleyen çogunluk, nasil ki zekat vermekten kaçinan cemaatle savastilar ve onlardan zekat almaktan vazgeçmedilerse, Kureys kabilesinin muhalefetinden korkup hakki ezmeleri yerine, hak hilafete karsi çikanlari da hakka yönlendirmeleri, bas kaldiranlari kendi yerlerine oturtmalari gerekirdi. Evet, Sia'yi seçimle hilafeti kabul etmekten alikoyan, daha sonra meydana gelebilecek aci olaylar; yani Islami hükümetin izleyecegi yolun fesat olusu ve yüce dini egitimlerin temelinin yok olma endisesiydi. Nitekim; sonra gerçeklesen olaylar da bu inancin (veya tahminin) dogru oldugunu gün geçtikçe aydinlatmaktaydi. Böylece Siilerin akidelerine olan inançlari daha fazla artiyordu. Siiler zahirde çogunluk içerisinde eritilmesine, parmakla sayilacak kadar azinlik olmalarina, Islam ögretisini gizlice Ehl-i Beyt'ten ögrenmeye ve kendi yollarina davet etmeye israrli olmalarina ragmen Islam gücünün korunmasi ve ilerlemesi için aleni muhalefetten kaçiniyorlar hatta onlarla omuz omuza cihada gidiyorlar, toplumsal islerde onlara katiliyorlardi. Hz. Ali'nin (a.s) kendisi de Islam'in maslahatini göz önünde bulundurarak gereken yerlerde çogunluga yol gösteriyordu.[24] 4- HILAFETIN KAMUOYUNA SUNULMA SIYASETI VE SIA GÖRÜSÜNE AYKIRI OLUSU Sia, yasalari, Allah'in kitabi ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde belirlenen semavi Islam seriatinin hiçbir zaman degismeyecegine ve kiyamete kadar kendi itibarini koruyacagina inanir.[25] Sia'ya göre Islam hükümeti, hiç bir bahane ile, Islam dinini tamamen uygulamaktan kaçinamaz. Islam hükümetinin tek görevi, zamanin maslahatini göz önünde bulundurarak seriat siniri çerçevesinde sura ve mesveretle bazi kararlar almasidir. Ama siyasi amaçlar üzere gerçeklesen biat olayi ve yine Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastaliginin son günlerinde gerçeklesen kagit ve mürekkep hadisesi, hilafetin seçimle olmasina taraftar olanlarin bu konuda farkli inançlar tasidigini ortaya çikardi. Onlara göre, Allah'in Kitabi bir anayasa gibi korunmali, Peygamber'in (s.a.a) açiklamalari ve sünnetleriyse deger ve itibarini kaybetmistir, o halde Islam hükümeti siyaset icabi, onlari uygulamayabilirdi. Onlarin bu görüsleri, sonralari sahabe hakkinda naklolunan bir çok rivayetlerle de (örnegin; Sahabe müçtehittirler. Reylerinde isabet ederlerse sevap kazanirlar ve eger hata yaparlarsa mazurdurlar) pekistirildi. Bunun apaçik örnegi, Halifenin komutanlarindan Halid b. Velid'in, Müslümanlarin sayilir sahislarindan olan Malik b. Nüveyre'nin evinde misafir oldugu gece gerçeklesti. Halid, Malik'i gafil avlayip öldürdü, basini ocaga birakip ateste yaktiktan sonra o geceyi Malik'in hanimiyla birlikte geçirdi. Halife ise bu utanç verici, yüz kizartici cinayetlerin ardindan "Devletin böyle komutana ihtiyaci vardir." bahanesiyle onun hakkinda seriat hükümlerini uygulamadi.[26] Humusun Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt ve yakinlarina verilmesinin önlenmesi de bunun diger bir örnegidir.[27] Ayrica Hz. Peygamber (s.a.a)'in hadis-i seriflerinin yazilmasi yasaklandi. Bir yerden yahut bir kimseden yazili hadisler ele geçirilseydi onu zabtedip yakiyorlardi[28] Hadis yazma yasagi Hülefai Rasid'in zamanindan Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz'in (99-102) hilafet dönemine kadar sürdü.[29] Bu siyaset (zamanin Halifesi, Peygamberin sünnetini uygulamayabilir olmasi) ikinci Halifenin hilafet döneminde (13-25 h.k.) daha fazla netlik kazandi. Hilafet makami, temettü hacci, mut'a nikahi ve ezanda "Hayye ala Hayr'il-Amel" denilmesi gibi bir takim seriat kurallarini yasakladi.[30] Üç talakin (bosamanin) bir oturumda geçerli olmasi gibi, seriatta olmayan bir takim seyleri de yasalastirdi.[31] Beyt'ül malin halkin arasinda farklilik gözetilerek taksim edilmesi[32] ikinci halife döneminde basladi. Bu tavir sonralari Müslümanlarin arasinda büyük ihtilaflarin olusmasina ve korkunç kanli sahnelere neden oldu. O'nun hilafeti döneminde, Muaviye Sam ilinde, Kayser ve Kisra sultanlarina uygun geleneklerle hükümet ediyordu. Halife, ona "Arab'in Kisrasi" unvanini verdigi halde, ona dokunmuyordu. Ikinci Halife yirmi üç h.k. yilinda Iranli bir köle tarafindan öldürüldü. Halifenin emriyle kurulan alti kisilik suranin ekseriyet oyuyla üçüncü Halife islerin idaresini eline aldi. O, hilafeti döneminde kendi Emevi akrabalarini halka musallat etmis, Hicaz, Irak, Misir ve diger Islam ülkelerinde isleri bunlara[33] devretmisti, oysa onlar kayitsizlik ve sorumsuzlukta kararli olduklari için alenen zulüm etmeye, günah islemeye ve simdiye dek uygulanan Islam kanunlarinin aksine hareket etmeye basladilar. Islam ülkelerinin dört bir yanindan sikayetler sel gibi dar'ul hilafeye akmaya basladi. Halife ise, Emevi yakinlarinin bilhassa Mervan b. Hakem'in etkisi altinda kaldigindan[34] gelen sikayetleri önemsemiyordu. Hatta bazen sikayet edenlerin takip edilmesini ve onlara sert davranilmasini emir veriyordu.[35] Kisaca, hicretin 35. yilinda halk tarafindan aleyhinde ayaklanmalar basladi ve bir kaç günlük süren çatisma ve musahara sonucu halife öldürüldü. Üçüncü Halife kendi hilafeti döneminde, Emevi akrabalarindan Muaviye'nin yönetiminde olan Sam hükümetini daha fazla güçlendiriyordu. Öyle ki hilafetin agirligi Sam'da toplanmis, Medine'de bulunan dar-ül hilafe teskilatinin dis görünümden baska bir seyi kalmamisti. [36] Birinci Halife, sahabelerin çogunlugunun seçimiyle, Ikinci Halife birinci Halifenin vasiyeti üzerine, Üçüncü Halife ise, fertleri ve tüzügü Ikinci Halife tarafindan belirlenen alti kisilik suranin tayini üzerine hilafeti ele aldilar. Ilk üç Halifenin yirmi bes yil süren hilafetlerinde, isleri idare etmede izledikleri siyasetleri suydu: Islam kanunlari içtihat üzerine ve hilafet makami tarafindan teshis edilen maslahatlara göre uygulanir. Islam ögretilerinde ise izledikleri yol, Kur'an'in tefsir edilmeden ve arastirilmadan okunmasi ve Peygamber'in (s.a.a) hadisleri yazilmadan rivayet edilmesi, kulak ve agiz haddini asmamasiydi. Yazmak, Kur'an-i Kerim'le sinirlanmis, hadisleri yazmak yasaklanmisti.[37] On iki Hicri Kameri yilinda sona eren "Yemame" savasinda, sahabelerden Kur'an karisi olan bir grup hafizin ölmesi üzerine, Ömer b. Hattab birinci Halifeye Kur'an'in bir mushafa yazilmasi ve toplanmasini önerdi. O, kendi önerisinde söyle diyordu: Eger yeniden bir savas çikar ve geriye kalan Kur'an hamilleri ölürlerse Kur'an aramizdan kalkacaktir. Buna göre, Kur'an ayetlerini bir mushafa toplayip yazmamiz gerekir.[38] Kur'an hakkinda bu karari alirken Kur'an'in pesi sira gelen Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleri ayni tehlike ile karsi karsiya oldugu halde onlari muhafaza etmeye önem vermediler. Unutulma, uydurulma, eksik ve fazla nakledilme, lafzinin degil de algilanan anlamin nakledilmesi gibi tehlikelere ragmen hadisleri koruma önemsenmemekle birlikte yazilmasi bile yasaklaniyor ve ele geçirilen bütün hadisler yakiliyordu. Kisa bir süre içerisinde öyle bir durum meydana geldi ki Islam'in namaz gibi tartisilmaz apaçik meselelerinde dahi birbiriyle zit hadisler ortaya çikti. Bu zaman içerisinde diger ilim dallarinda da bir ilerleme olmadi. Böylece Kur'an-i Kerim ve Hz. Peygamberin açiklamalarinda ilimle ilgili methetmeler ve ilimleri ilerletip yaymaya olan tesvik ve tekidler, sonuç vermeyip etkisiz kaldi. Halkin çogunlugu, Islam'a birbirinin ardindan nasip olan zaferlere ve Arap yarimadasina dört bir yandan akan hadsiz hesapsiz ganimetlerin verdigi sevinç ve neseyi yasamaya mesgul idiler. Risalet hanedaninin ve bunlarin en ileri geleni ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) buyurduguna göre Islam ögretileri ve Kur'an'in anlamlari konusunda halkin en bilgini olan Hz. Ali'nin (a.s) ilimleri dikkate alinmadi. Hatta Kur'an-i Kerim'in bir araya toplanilmasinda (Peygamberimizin vefatindan sonra Hz. Ali'nin, evine kapanip Mushafi bir araya topladigini bildikleri halde) ondan yararlanmadiklari gibi adini bile söz konusu etmediler.[39] Bu ve benzeri bir takim isler, Hz. Ali'nin (a.s) izleyicilerinin kendi inançlarina daha fazla sarilmalarina, olaylarin gidisatini daha uyanik izlemelerine ve günden güne çalismalarini artirmalarina neden oldu. Hz. Ali (a.s) ise halkin umumi terbiye edilmesinden mahrum edildigi için fertleri özel olarak terbiye etmeye baslamisti. Bu yirmi bes yil zarfinda, bütün durumlarda ona tabi olan dört dostundan üçü (Selman-i Farisi, Ebuzer Gaffari ve Mikdad) vefat ettiler. Ama sahabelerden bir grubu ve Hicaz, Yemen, Irak ve diger yerlerde bulunan tabiinden kalabalik bir grup Hz. Ali'nin (a.s) destekçileri arasinda yer aldilar. Üçüncü Halifenin ölümünden sonra, her bir taraftan ona yöneldiler. O'na biat edip halife olarak seçtiler. 5- HILAFETIN HZ. ALI'YE (A.S) GEÇMESI VE O HAZRETIN TAVRI Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti otuz bes h.k. senesinin sonlarina dogru basladi ve dört yil dokuz ay kadar devam etti. Ali (a.s), hilafeti döneminde Peygamberimizin[40] olaylara bakis açisini, tavrini ve meseleleri çözmedeki metodunu örnek alarak önceki halifeler zamaninda meydana gelen birçok degismeleri eski durumuna getirdi. Liyakatsiz hükümdarlari, makamlarindan aldi.[41] Kisacasi söyle söyleyebiliriz: Ali'nin (a.s) gerçeklestirdigi, birçok zorluklari içeren, bir kiyam ve inkilap idi. Ali (a.s), hilafetinin ilk gününde halka yaptigi konusmasinda söyle buyurdu: "Haberiniz olsun, belaniz döndü-dolasti gene gelip çatti, tipki Allah'in Peygamberini gönderdigi gün gibi. Iyice alt ve üst olmalisiniz. Arkada kalan fazilet sahipleri öne düsmelidirler. Zorla öne düsenler geri kalmalidirlar. (Hak ve batil vardir ve her birinin de ehli vardir, insan hakka itaat etmelidir) Batilin çogunlugu olusturmasi yeni bir sey degildir. Hak az olmasiyla beraber bazen öne geçer, ilerler ama insana sirt çeviren seylerin bir daha ona yönelmesi pek nadir olur." [42] Ali (a.s), inkilap ve kiyam hüviyetini tasiyan hareketini sürdürüyordu. Bu kiyamda da bütün inkilap nitelikli hareketlerde oldugu gibi, menfaatleri tehlikeye düsen muhalif unsurlar, her köse ve bucaktan muhalefet ederek, Üçüncü Halifenin kanini gütme bahanesiyle, Ali'nin (a.s) hilafet dönemini kapsayan kanli iç savaslar meydana getirdiler. Sia'nin görüsüne göre bu iç savaslara neden olanlarin sahsi menfaatlerinden baska bir maksatlari yoktu. Üçüncü Halifenin kanini gütme davasi, avam halki aldatma aracindan baska bir sey degildi. Bu olaylarin vuku bulmasinda hatta yanlis anlasilma bile söz konusu degildi.[43] Cemel savasi olarak adlandirilan ilk savasin nedeni, Ikinci Halife döneminde beytülmalin farkli bölünmesi sonucu ortaya çikan ihtilaf ve fesattir. Ali (a.s) resmen halife olarak tanindiktan sonra, Peygamberimizin siresi gibi, beytülmali halk arasinda fark gözetmeden ve esit olarak dagitimini yaptilar.[44] Bu tutum, Zübeyr ve Talha'yi sert sekilde öfkelendirdi. Böylece onlar itaatsizlige ve baskaldiriya karar verdiler ve Kabe'yi ziyaret etme bahanesiyle Medine'den Mekke'ye gittiler. Mekke'de bulunan ve Hz. Ali (a.s) ile arasi iyi olmayan Ümmü-l Müminin Aise'yi de kendilerine uydurup, Üçüncü Halifenin kan davasi adina, kanli Cemel savasini meydana getirdiler.[45] Halbuki Talha ve Zübeyr Üçüncü Halifenin evi sarildigi ve öldürüldügü an Medine'de idiler. Halife'yi savunmadilar[46] ve Halife öldürüldükten sonra, Muhacirler ve kendileri namina Ali'ye (a.s) ilk biat edenlerden idiler.[47] Ayse de halki üçüncü Halifenin katline tesvik edenlerdendi.[48] Üçüncü Halifenin katlini ilk kez duydugunda ona küfürde bulunup sevinç duydugunu belirtmisti. Aslinda, Üçüncü Halifenin katline sebep olanlar, Medine'den diger taraflara mektuplar yazarak halki Halifeye karsi ayaklandiran sahabelerdi. Siffin savasi adiyla bilinen ve bir yil alti ay süren ikinci savasin sebebiyse Muaviye'nin hilafete göz dikmesi ve ona olan hirsi idi. Muaviye yüz bini askin kisinin kanini döktügü bu savasi, Üçüncü Halifenin kan davasi adina baslatti. Bilindigi gibi kanin bedelini alma hiç bir zaman savunma yöntemiyle gerçeklesemediginden dolayi, Muaviye bu savasta savunma degil de taarruzda bulunuyordu. Yukarida açiklandigi gibi bu savasin unvani, Üçüncü Halifenin kan davasiydi. Halbuki Üçüncü Halife, hayatinin son günlerinde çikan karisikliga son vermek amaciyla Muaviye'den yardim dileginde bulunmustu. Muaviye de bir orduyla Sam'dan Medine'ye dogru hareket etti. Yolda kasitli olarak o kadar gecikti ki Halife öldürüldü. O zaman Sam'a dönüp Halifenin kan davasi adina kiyam etti.[49] Ve hakeza Hz. Ali (a.s) sehit olup Muaviye hilafeti ele geçirdikten sonra, Halifenin kanini ve onu öldürenleri takip etmeyi unuttu. Siffin savasindan sonra Nehrevan savasi basladi. Bu savas, içlerinde sahabelerin de bulundugu bir kisim halkin, Muaviye'nin Siffin savasindaki kiskirtmalari sonucu olusan ayaklanmalardi. Bunlar, Islam beldelerinde karisiklik çikarmaya ve emniyetsizlik yaratmaya basladilar. Nerede Ali'nin (a.s) taraftarlarini bulurlarsa öldürüyorlar, hatta hamile kadinlarin rahimlerini parçalayarak ceninleri çikarip baslarini kesiyorlardi.[50] Ali (a.s) bu kargasaliga da son verdi. Ama kisa bir müddet sonra Kufe camiinde namaz halindeyken haricilerden birisinin eliyle sehit edildi. 6- SIA'NIN HZ. ALI'NIN BES YILLIK HILAFETINDEN YARARLANMASI Ali (a.s) dört yil ve dokuz aylik hilafeti süresinde Islam ülkesinin karisik durumunu tamamen ilk önceki durumuna getiremedi. Ama üç temel açidan muvaffak olmayi basardi. 1- Kendi adaletli davranis ve hareketleriyle Resul-i Ekrem'in (s.a.a) çekici ahlaki çehresini, halka özellikle yeni yetisen nesile sergiledi. O, Muaviye'nin Kayseri ve Kisrai ihtisamina karsilik halkin en fakiri gibi yasiyordu. Kendi aile, yakinlari ve arkadaslarini digerlerine nazaran üstün tutmadi ve zengini fakire, güçlügü zayifa tercih etmedi. 2- O kadar yipratici isler ve mesguliyetlerle birlikte halkin içerisinde kendisinden hak Islami ilimler ve Ilahi ögretilerle ilgili degerli birikimler hatira birakti. Ali'nin (a.s) muhalifleri söyle diyorlar: "O, cesaretli birisiydi siyaset adami degil. Çünkü hilafetinin ilk döneminde muhalif unsurlarla baris yaparak, dalkavuklukla onlari razi edebilirdi. Böylelikle kendi hilafetini güçlendirdikten sonra onlarin köklerini yok edebilirdi." Ama bu sözü söyleyenler su noktayi unutmus ve görmezlikten gelmislerdir ki Ali'nin (a.s) hilafeti, inkilap nitelikli bir hareketti ve inkilabi hareketlerin dalkavukluktan ve uyutucu görünümlere girmekten uzak kalmalari gerekir. Bu hadisenin benzeri, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bi'seti döneminde de gerçeklesmisti. Kafirler ve müsrikler defalarca Peygambere anlasma teklifinde bulunmuslar. O Hazretin, onlarin putlarina saldirmadigi ve hakarette bulunmadigi takdirde, onlarin da Peygamberin davetine karismayacaklari önerisinde bulunmuslardi. Peygamber ise, o zor günlerde düsmanlarla uzlasarak kendi mevkisini güçlendirip daha sonra onlara muhalefet etme olasiligi varken bunu yapmadi. Esasen Islami davet, bir hakki diriltmek ugruna ayri bir hakkin ayaklanmasina yahut bir batilin baska bir batilla ortadan kaldirilmasina asla izin vermez. Bu hususla ilgili Kur'an-i Kerim'de birçok ayet vardir.[51] Ayrica Ali'nin (a.s) muhalifleri zafere ulasmak ve hedeflerine varmak ugruna hiçbir cinayeti islemekten, Islam'in istisnasiz bütün kanunlarini apaçik çignemekten çekinmiyorlardi. Üstelik isledikleri günah ve lekeleri, sahabi ve müçtehittirler adiyla örtbas ediyor, kendilerini temize çikariyorlardi. Ama Ali (a.s) her zaman için Islam kanunlarina bagliydi. Hz. Ali'den (a.s) akli, dini ve toplumsal ilim dallarinda on bir bine yaklasik kisa sözler kaydedilmistir.[52] Islam ögretilerini[53] konusmalarinda çok sade ifadeyle ve en edebi üslupla açiklamistir.[54] O, Arap diline düstur çikaran ve Arap edebiyatinin temelini atan kimsedir. Islam'da Ilahi felsefenin derinliklerine inen[55] serbest kanitlama ve mantiki burhanla konusan ve o güne kadar dünya filozoflari arasinda dikkate alinmayan meseleleri gündeme getiren ilk kimsedir. O bu hususu o kadar önemsiyordu ki hatta savas esnasinda dahi ilmi bahisler yapiyordu.[56] 3- Islam bilginlerinden ve dini kisilerden bir çogunu egitti.[57] Onlar arasinda ariflerce irfan kaynaklari olarak taninan, Üveys-i Kareni, Kumeyl b. Ziyad, Meysem-i Tammar ve Resid Hicri gibi zahid ve marifet ehlinden bir kismi bulunmaktadir. Ayri bir grupsa, fikih, kelam, tefsir, kiraat vb. ilimlerin ilk kaynagi olanlardir. 7- HILAFETIN MUAVIYE'YE INTIKAL ETMESI VE MIRASI SALTANATA DÖNÜSTÜRÜLMESI Hz. Ali (a.s) sehit edildikten sonra o hazretin vasiyeti ve halkin biat etmesi üzerine Imamiyye Siasi nezdinde ikinci imam olarak taninan Hz. Hasan b. Ali (a.s) hilafet makamini üstlendi. Ancak Muaviye rahat oturmadi. Hilafet merkezi olan Irak'a dogru ordu çikararak Hasan b. Ali (a.s) ile savasti. O, çesitli entrikalar ve hadsiz hesapsiz para yedirmelerle Hasan b. Ali'nin dostlarini ve komutanlarini tedricen kandirarak baris adina hilafeti kendisine devretmeye mecbur etti. Hasan b. Ali (a.s) de Muaviye'nin ölümünden sonra hilafetin kendisine birakilmasi ve Ali Sia'sina dokunulmamasi sartiyla hilafeti Muaviye'ye birakti.[58] Kirk Hicri senesinde, Muaviye Islam hilafetine istila etti ve hemen sonra Irak'ta yaptigi konusmasinda halka tehditte bulunarak: "Ben sizinle namaz oruç için degil size hükmetmek için savastim ve maksadima da eristim"[59] demekten ve yine "Hasan'la (a.s) olan ahdim geçersiz ve ayagimin altindadir." sözünü söylemekten çekinmedi.[60] Muaviye bu sözüyle siyaseti dinden ayiracagini, dini kurallarda meydana gelen zararlarin giderilmesi yerine bütün gücünü kendi hükümetini korumak için kullanacagini belirtiyordu. Elbette böyle bir hükümet, Peygamberin halifeliginden ziyade saltanat ve padisahliktir. Bu yüzden huzuruna varanlarin bazilari onu padisahlik unvaniyla selamladilar.[61] O, halkin içerisinde kendisini halife olarak tanitiyordu ama bazi özel toplantilarinda hükümetini, sultanlik ve padisahlik olarak niteliyordu.[62] Elbette baski üzerine kurulu saltanat verasetle sonuçlanir. Nitekim kendi maksadini gerçeklestirmis, laubali ve az da olsa dini sahsiyeti olmayan genç oglu Yezid'i vezir yaparak kendi yerine tayin etti[63] ve o kadar çirkin hadislere sebep oldu. Muaviye yukarida zikredilen açiklamasiyla kendisinden sonra Hasan'in (a.s) hilafete ermesine izin vermeyecegini ve bu hususta ayri bir fikir tasarladigini belirtiyordu. Nitekim Hasan'in (a.s) zehirle sehit ettirerek[64] yolu oglu için açmis oldu. Muaviye ahdi bozmakla, Ehl-i Beyt taraftarlarinin rahat ve huzurlu bir ortamda yasayamayacaklarini ve daha önce oldugu gibi dini çalismalarinin devam etmesine hiçbir zaman izin vermeyecegini düsündürüyordu. Nitekim bu istegini de gerçeklestirdi.[65] Muaviye, Ehl-i Beyt'in faziletiyle ilgili hadisleri rivayet edenlerin namus, mal ve can güvenligi olmayacagini her tarafa bildirdi.[66] Halifeler ve sahabelerle ilgili methedici hadis getirenlerin yeteri kadar mükafatlandirilmasina emir verdi. Sonuçta sahabelerin methinde bir çok uydurma hadisler çikarildi.[67] Islam ülkelerinde minberlerde Ali'ye (a.s) küfür edilmesine emir verdi. (Bu emir Emevi halifelerinden Ömer b. Abdulaziz'in (99-101) dönemine kadar icra edildi). Muaviye mümessillerinin ve içlerinde sahabelerin de bulundugu idarecilerinin yardimiyla, has ve seçkin Ali Sialarini öldürdü ve bazilarinin basini mizraklara takip sehirlerde gezdirdi. Rastladiklari Siilere, Ali'den (a.s) uzak olduklarini ve ona sebbetmelerini teklif ediyorlardi. Bu tekliften çekinenler derhal katlediliyordu.[68] 8- SIA TARIHINDE EN ZOR GÜNLER Sia tarihinde, Muaviye'nin yirmi yillik saltanat ettigi dönem, Sia için en zor ve can güvenliginden yoksun kaldigi günlerdir. Siilerin çogu taninmis ve belirlenmis sahislardi. Muaviye'nin saltanati döneminde yasayan Sia rehberlerinden ikisi (Ikinci ve Üçüncü Imam) bu aci ve dayanilmaz durumu gidermek için gerekli araçlarin hiç birisine sahip degillerdi. Hatta Sia Imamlarinin üçüncüsü, Yezid'in ilk alti aylik saltanati döneminde kiyam etti, ama bütün dostlari ve evlatlariyla birlikte sehit edildi. Muaviye'nin hilafeti döneminde on yil yasayan bu Imam, o dönemde herhangi bir kiyama tesebbüs etme imkani bile bulamadi. Ehl-i Sünnet'in çogunlugu, sahabe bilhassa Muaviye ve idarecilerinin eliyle gerçeklesen bu kadar haksiz kan dökmeleri ve Islam kanunlarina gösterilen bunca sorumsuzluklari, "Onlar sahabedirler ve Peygamber'den (s.a.a) elimize ulasan hadislere göre sahabeler müçtehittirler. Allah onlardan razidir ve isledikleri bütün cinayetler ve haksizliklar affedilmistir" sözüyle tevil ve tefsir ediyorlar. Sia, bu özürü kabul etmiyor. Çünkü evvela adaleti, hakki ve hürriyeti ihya etmek amaciyla kiyam eden, bir grubu bu mukaddes hedefi gerçeklestirme yolunda bütün varliklarindan geçebilecek derecede kendi inancina bagli kilan Peygamber gibi bir içtimai rehberin, hedefine ulastiktan sonra kendi dostlarina, hak ve getirmis oldugu mukaddes kanunlar hakkinda mutlak serbestlik vermesi ve onlarin göstermis olduklari her türlü sorumsuzluklari, isledikleri suçlari ve hakki ezmelerini affedilmis bilmesi, diger bir deyisle; kendi elleriyle yapmis oldugu bir binayi ayni araçlar ve kendi elleriyle yikmalari, tasavvur olunamaz. Ikinci olarak sunu bilmeliyiz ki sahabeleri takdis eden, çirkin ve gayri mesru amellerini tasvip eden ve onlarin affedilmis oldugunu ifade eden hadisler, sahabelerin kendileri vasitasiyla bizlere ulasmistir. Bu hadislerin ravileri sahabelerin kendileridir. Sahabe de, kesin tarihin tanikligina göre, birbirlerinin dokunulmaz ve yaptiklari hatalarda mazur olduklarini kabullenmiyordu. Birbirini öldürmeye, lanet etmege ve birbirinin eksikligini açmaya tesebbüs eden ve bu hususta en küçük müsamaha bile göstermeyen, sahabenin bizzat kendisiydi. Buna göre, sahabenin kendi amelleri bu hadislerin sahih ve dogru olmadigina taniktir. Bu hadisler sahih olsalar bile, baska anlamlari vardir. Eger Allah-u Teâla kelaminda bir hadisede O'nun emirlerini uygulama yolunda çekmis olduklari zahmetler karsisinda sahabeden razi oldugunu belirtmisse,[69] bu onlarin gelecekte istedikleri her türlü itaatsizligi yapabilmeleri manasini tasimaz, belki sadece geçmiste yaptiklari itaatleri takdir etmesi anlaminadir. 9- BENI ÜMEYYE SALTANATININ ISTIKRARI H.K. 60 senesinde Muaviye öldü. Oglu Yezid babasinin halktan ona biat almis olmasi üzerine Islam hükümetini ele geçirdi. Tarihin tanikligina göre, Yezid, dini sahsiyete sahip olmayan hatta babasi hayattayken Islam kanunlarina saygi göstermeyen, sorumsuz, eglence düskünü ve sehvetten baska bir sey düsünmeyen bir genç idi. Yezid üç yillik saltanati döneminde o kadar facialar yaratti ki, Islam'in zuhurundan o zamana dek vuku bulan fitneler arasinda esi görülmemisti. Ilk senesinde, Hz. Peygamber'in (s.a.a) torunu Hüseyin b. Ali'yi, dostlari, akrabalari ve evlatlariyla birlikte çok feci bir sekilde sehit edip; kadinlari, çocuklari ve Peygamber'in Ehl-i Beyti'ni sehitlerin kesik baslariyla birlikte sehirlerde gezdirdi.[70] Saltanatinin ikinci yilinda Medine halkini katliama ugratti: askerlerine üç gün halkin malini, kanini ve irzini mubah bildi.[71] Üçüncü yilda Allah'in mukaddes evini (Kabe) tahrib edip yakti.[72] Yezid'ten sonra Ümeyye ogullarindan olan Al-i Mervan, tarih kitaplarinda ayrintilariyla kaydolundugu gibi Islam hükümetini ele geçirdi. Yetmis yil süren bu on bir kisilik grubun hükümeti, Müslümanlar ve Islam için siyah ve ugursuz günler meydana getirdi. Gerçekte Islami toplumda, Islami hilafet adini takinan zorbaci Arap imparatorlugundan baska bir sey hükmetmiyordu. Bunlarin hükümeti zamanla küstahlik haddini asmis güya dinin koruyucusu unvaniyla Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yerinde oturan vaktin halifesi, hac mevsiminde Allah'in evi Kabe üzerinde eglenmek için bir hücre yapilmasina çekinmeden karar verdi.[73] Zamanin halifesi Kur'an'i oklara hedef kilmis ve Kur'an'a hitaben yazdigi siirde söyle diyordu: "Kiyamet günü Allah'inin yaninda hazir oldugun zaman Allah'ina de ki: Halife beni parça parça etti."[74] Ehl-i Sünnet ile genellikle "Islami hilafet ve dini konularda mercilik" gibi iki mesele üzerinde görüs ayriligina sahip olan Sia, bu karanlik dönemde çok zor ve aci günler geçirmesine ragmen, hükümetlerin sorumsuzluk ve zulümleri bir taraftan, Ehl-i Beyt'in yüce, takvali rehberlerinin mazlum olmalari diger bir taraftan onlari günden güne kendi inançlarinda sabitlestiriyordu. Özellikle Siilerin üçüncü önderi Hz. Imam Hüseyin'in yürekler yakici sahadetinin, Siiligin bilhassa hilafet merkezinden uzak olan Irak, Yemen ve Iran gibi yerlerde yayilmasinda büyük katkisi oldu. Henüz Hicret'in bir asir ve üçüncü imamin sehit olmasindan kirk yil geçmemesine ragmen, Emevi hükümetinde meydana gelen zayiflik ve karisiklik sebebiyle Islam devletinin dört bir yanindan Sii halkinin hadis ve dini bilgileri ögrenmesi için besinci imama dogru akin etmesi bu sözümüzün sahididir.[75] Hicretin ilk yüz yili tamamlanmadan, emirlerden bir kaçinin vasitasiyla Iran'da Kum sehri kurulup Siiler yerlestirildi[76] Ama bununla birlikte önderlerinin emirlerine göre mezheplerini tezahür etmeden takiyye halinde yasiyorlardi. Elbette artik zulüm ve baskinin haddi asmasi nedeniyle, Alevi seyyidler hükümetin zulümlerine karsi kiyam ettiler ve canlarini bu yolda feda ettiler. Buna karsilik hiçbir seyden çekinmeyen o dönemin hükümeti, bunlari ezmekten çekinmedi. Zeydiyye Siilerinin rehberi sayilan dördüncü imam Zeynelabidin'in oglu Zeyd'in cesedini mezarindan çikardilar, dar agacina astilar; üç yil asili kaldi. Sonunda cesedi yakilip külü savruldu.[77] Siilerin ekseriyetinin itikadina göre, ikinci ve üçüncü imamlar, Ümeyye ogullarinin eliyle sehit edildigi gibi, dördüncü ve besinci imamlar da onlarin eliyle zehirletilerek sehit edilmislerdir.[78] Emevilerin yaptiklari kötü amellerin apaçik ve perdesiz olusu, Ehl-i Sünnet çogunlugunu, hülefayi tamamiyla itaati vacip olarak bilmelerine ragmen, halifeleri "Hülefa-i Rasidin" (Peygamberin vefatindan sonra gelen ilk dört halife yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) ve "gayri rasidin" (Muaviye ve ondan sonraki halifeler) diye iki kisma ayirmaya mecbur kildi. Emeviler hükümet ettikleri sürede, yaptiklari zulümler ve Islam kanunlarina göstermis olduklari kayitsizliklar eserinde halkin o kadar nefretini kazanmislardi ki, yenilgi kesinlesip son Emevi halifesi öldürüldükten sonra halifenin iki oglu hilafet ailesinden bir grupla dar-ül hilafeden kaçtilar. Nereye yönelip, sigindilarsa halk kabul etmedi. Sonunda "Becave, Habese ve Nevba" çöllerinde dolasip bir çogunun açlik ve susuzluktan ölmesinden sonra, Yemen'in güneyine vardilar. Dilencilik yaparak yol masrafi topladilar ve hamal olarak Mekke'ye hareket ettiler ve orada halkin arasinda kayboldular.[79] 10- HICRETIN IKINCI ASRINDA SIA Hicri ikinci asrin ilk otuz yilinin sonlarina dogru, Ümeyye ogullarinin zulümleri sonucu meydana gelen kanli savaslar ve inkilaplar sürerken Iran'in Horasan kesiminde Resulullah'in Ehl-i Beyti adina bir davet gerçeklesmisti. Bu davetin asil baslaticisi Iranli Ebu Müslim-i Muruzi adli bir komutan idi. O, Emevilere karsi kiyam edip, Emevi hilafetini devirmeye kadar ilerledi.[80] Bu hareket ve inkilap, Sia'nin köklü tebliginden kaynaklanmasina ve hatta bu hareketi baslatanlarin, üstü kapali olarak Ehl-i Beyt'ten begenilmis bir kisi için biat almalarina ragmen bunlarin hepsi Sia rehberlerinin dogrudan dogruya emri veya isaretiyle gerçeklesmemisti. Ebu Müslim, hilafet adina topladigi biati, Medine'de Imamiyye Siasinin altinci imamina sunarken, o kesin olarak kabul etmemis, Ebu Müslim'e: "Ne sen benim adamlarimdansin ne de zaman benim zamanimdir." diye buyurmasi bu sözün tanigidir.[81] Sonunda Abbas ogullari Ehl-i Beyt adina hilafeti ele geçirdiler.[82] Baslangiçta birkaç gün halka ve Ali evladina hos yüz gösterdiler hatta alevi sehitlerinin intikamini alma adina Ümeyye ogullarini katlettiler. Beni Ümeyye halifelerinden kabrini söküp bulduklarini yaktilar.[83] Ama kisa bir süre sonra onlar da Ümeyye ogullarinin zulümce davranislarini kendilerine metot edinip haksizlik yapmak ve Islam kanunlarina karsi kayitsizlikta onlardan geri kalmadilar. Dört Ehl-i Sünnet mezhebinden birisinin reisi olan Ebu Hanife, Mensur tarafindan hapsedildi ve birtakim iskencelere maruz kaldi. Ehl-i Sünnet mezheplerinden diger birisinin kurucusu olan Ahmed b. Hanbel, kirbaçla dövüldü.[84] Sia'nin altinci imami Cafer Sadik (a.s), birçok iskence ve eziyetlerden sonra zehirle sehit edildi.[85] Alevileri (Ali evladini) bölük bölük öldürüyorlar, bir kismini diri diri gömüyorlar yahut yapilan devlet yapilarinin veya duvarlarinin arasina tas yerine konularak üstlerine taslar yigilarak öldürülüyorlardi. Abbasi halifesi Harun zamaninda Islam imparatorlugu yayilmis ve güç sahibiyken ve Islam ordusu dünyanin bati ve dogusunda ilerlerken hatta Halife bazen günese bakip "Diledigin yeri isit, nereyi aydinlatirsan aydinlat, orasi benim ülkemdir." derken halifenin sarayinin birkaç adim ötesinde Bagdat köprüsünde memurlar yoldan geçen halktan izinsiz ve habersiz geçit hakki (parasi) aliyorlardi. Hatta bir gün Halifenin kendisi köprüden geçmek isterken önünü kesmisler ve geçit parasi istemislerdi.[86] Abbasi Halifesi Emin, bir sarkicinin iki misralik, sehveti tahrik edici sözü ile kendisini sehvete getirdiginden dolayi sarkiciya üç milyon dirhem bagislamisti. Sarkici sevinçten halifenin ayaklarina kapanarak "Ey Emir-el Müminin bu kadar parayi bana mi bagisladin?" dediginde, Halife "Bu bagisi, ülkenin taninmayan bir yerinden aliyoruz." diye küçümsemis ve önemi yoktur demisti.[87] Müslümanlarin Beytülmali olarak Dar-ül Hilafeye akan servet, halife adini takinanlarin halki ezmeleri ve heveslerini gidermeleri yolunda harcaniyordu. Abbasi halifelerinin sarayinda, periler gibi güzel cariyelerin, güzel erkek ve kiz usaklarin sayisi binleri asmaktaydi. Hakikatte Sia'nin durumu Emevi devletinin yikilisi ve Abbas ogullarinin is basina gelmesiyle hiç degismemisti. Ne var ki zalim düsmanlar isim degistirmislerdi. 11- HICRETIN ÜÇÜNCÜ ASRINDA SIA Sia, üçüncü yüzyilin baslamasiyla rahat bir nefes alabildi. Bunun nedeni evvela birçok felsefi ve ilmi kitaplarin Yunanca ve Süryanice'den Arapça'ya çevrilmesi, halkin akli ve kanitsal bilgileri ögrenmeye yönelmesi, bunun yani sira Mutezile mezhebine mensup olan Abbasi halifesi Me'mun'un (195-218) mezhepler hakkinda akli kanitlara olan ilgisi ve neticede mezhepler ve dinler hakkinda konusmaya verdigi serbestligin tamamen yayilmasiydi. Sii alimler ve mütekellimler (Kelam ilmi bilginleri) bu serbestlikten faydalanip, ilmi çalismalarda ve Ehl-i Beyt mezhebini teblig etmede bütün çabalarini gösterdiler.[88] Ikinci neden de Abbasi halifesi Me'mun'un siyasi nedenlere göre, Imamiyye Siasi'nin sekizinci imamini kendisine vezir ve veliahd tayin etmesiydi. Böylece Aleviler ve Ehl-i Beyt taraftarlari biraz olsun devlet makamlarinin haksizliklarindan uzak kalmis, az çok özgürlükten yararlanabilmislerdi. Ama bu durum pek fazla sürmedi. Kilicin keskin tarafi yine Siilere dogru yöneldi. Yine her sey unutuldu ve geçmisler yeniden, bilhassa Ali ve taraftarlariyla has düsmanligi olan Abbasi halifesi Mütevekkil'in (232-247) hilafeti döneminde tekrarlanmaya basladi. Imamiyye Siasi'nin üçüncü imaminin Kerbela'da olan mezarinin yerle bir edilmesi de onun emriyle gerçeklestirilmisti.[89] 12- HICRETIN DÖRDÜNCÜ ASRINDA SIA Hicri dördüncü asirda Abbas ogullari hilafetinin zayiflamasi ve Al-i Büveyh padisahlarinin ortaya çikmasi gibi Teseyyü mektebinin yayilmasina ve güçlenmesine yardimci olan bir takim sebepler olustu. Sii olan Al-i Büveyh padisahlari hilafetin merkezi olan Bagdat'ta ve hakeza Halifenin kendisinde tam bir nüfuz ve etkinlige sahiptiler.[90] Bu güç, Sia mezhebine muhalif olan ve her zaman Siileri hilafet gücüne dayanarak ezen mezhep iddiacilarina karsi Siilerin mezheplerini asikar bir sekilde teblig etmelerini sagladi. Tarihçilerin görüsüne göre, dördüncü yüzyilda büyük sehirler disinda Arap yarimadasinin hepsini veya büyük bir kismini Siiler kaplamislardi. Bunun yani sira, Hecer (Bahreyn), Umman ve Sa'de gibi bazi sehirlerin sakinleri Siiydiler. Eskiden beri Ehl-i Sünnet merkezi olarak taninan ve Siilerin merkezi sayilan Kufe ile mezhebi açidan rekabette bulunan Basra sehrinin büyük bir kismi Sii idiler ve yine Trablus, Nablus, Taberiyye ve Halep sehirlerinde birçok Sii bulunmaktaydi. Iran'in Ahvaz ve Halic-i Fars sahillerinin bir kesimi Sia mektebine mensup olanlardandi.[91] Bu yüzyilin baslangicinda, yillardan beri Iran'in Kuzey kesiminde tebligde bulunan "Nasir Otrus" Taberistan bölgesini istila edip, saltanat kurdu ve birkaç soy devam etti. Otrus'dan daha önce Taberistan'da Hasan b. Zeyd-i Alevi, yillar boyu saltanat etmisti.[92] Ismaili mezhebinin tabilerinden olan Fatimiler bu yüzyil içerisinde Misir'i ele geçirmis, uzun süreli (296-527) ve genis çapta saltanat kurmuslardi.[93] Bagdat, Basra ve Nisabur gibi büyük sehirlerde Siiler ve Sünniler arasinda birçok çatismalar meydana geliyor, bazilarinda Siiler kazaniyor ve galip geliyordu. 13- HICRETIN BESINCI ASRINDAN DOKUZUNCU ASRINA KADAR SIA Besinci asirdan dokuzuncu asrin sonlarina kadar aynen dördüncü yüzyilda Sia'ya olan yönelme ve Sia'daki artis devam etmekteydi. Bu arada is basina geçen Sia mezhebine tabi padisahlar da Teseyyü mektebini yaymaktaydilar. Besinci yüzyilin sonlarina dogru Ismailiyye daveti Elemut kalelerinde kök atti ve bu mektep mensuplari yüz elli yila yakin bir zaman Iran'in orta kesiminde tam özgürlük içerisinde yasadilar.[94] Ve Mer'asi Seyitler Mazenderan'da uzun yillar saltanat sürdüler.[95] Mogol padisahlarindan "Sah Hudabende" Sia mektebini seçti. Ve böylece ondan sonra uzun seneler Iran'da saltanatlik yapan Mogol padisahlari Teseyyü mektebini yaydilar. Tebriz'de hükümet eden ve hükümetleri Fars ve Kirman sinirina kadar uzanan Kara koyunlu ve Ak koyunlu padisahlari da böyle idiler.[96] Hakeza Misir'da Fatimiler'in kurdugu hükümet uzun yillar ayakta kaldi. Elbette Sia'nin mezhebî gücü, zamanin padisahlarina göre fark ediyordu. Nasil ki Fatimiler hükümetinin yikilmasi ve Al-i Eyyüb sultanlarinin is üstüne gelmesiyle sayfa degismis, Misir ve Samat bölgelerinde yasayan Siiler, mezhebî özgürlükten yoksun kalmislar ve bir çok kesimi kiliçtan geçirilmislerdi.[97] Sehid-i Evvel (ilk sehit) diye anilan, Sia fikhinin dahilerinden olan ve yedi yüz seksen alti hicride Dimesk sehrinde Siilik suçuyla sehit edilen Muhammed b. Muhammed Mekki, bunlardan birisidir.[98] Seyh Israk Sihabüddin Suhreverdi de Halep'te felsefe suçuyla öldürüldü.[99] Hülasa, Sia'nin bu bes asirda nüfus bakimindan artis gösterdigi söylenebilir. Kudret ve mezhebi özgürlük açisindan da hüküm sürenlerin mezhep ve mesreplerine, siyasi havanin uygun yahut aksi esmesine tabi idi. Bu süre içersinde Sia mezhebi, Islam ülkelerinin hiçbirinde resmi mezhep olarak ilan edilmedi. 14- HICRETIN ON VE ON BIRINCI ASRINDA SIA Hicri 906 yilinda, Sii tarikat seyhlerinden olan ve hicri 735 yilinda vefat eden Erdebilli seyh Safiyy ailesinden on üç yasinda bir genç babasinin taraftarlarindan üç yüz dervisle bagimsiz ve güçlü bir Sia hükümeti kurma amaciyla kiyam edip Iran'in agalik düzenini kaldirmaya ve ülkeyi genisletmeye basladi. Yerli padisahlarla özellikle Osmanli imparatorlugunu yöneten Al-i Osman padisahlariyla yaptigi kanli savaslar sonucunda parça parça olmus Iran'i bir bütün ülke haline getirmeyi ve Sia mezhebine kendi devleti egemenliginde resmiyet vermeyi basardi.[100] Safevi padisahlarindan Ismail Sah'in ölümünden sonra Safevi silsilesinden olan padisahlar on ikinci yüzyilin ortalarina kadar saltanat ettiler. Bunlarin her birisi Imamiyye Siasi mezhebinin resmi din olmasini teyid ve tespit ettiler. En güçlü dönemlerinde (Sah Abbas-i Kebir zamani) ülkeyi genisletmis ve Siilerin nüfus sayisini simdiki Iran'in (1384 Hicri Kameri yili) iki kat fazlasina ulastirdilar.[101] Sia toplulugu bu iki yüz elli senede, diger Islam ülkelerinde de önceleri gibi kendi tabii artisini göstermistir. 15- HICRETIN ON IKINCI ASRINDAN ON DÖRDÜNCÜ ASRINA KADAR SIA Son üç yüzyilda Sia, mezhebî açidan ilerleme hususunda önceki tabii seyrini sürdürmüstür. Yasadigimiz hicri on dördüncü yüzyilin sonlari, Teseyyü mektebinin Iran'da genel resmi mezhep olarak taninma dönemleridir. Yemen ve Irak'ta cemiyetin çogunlugunu Siiler teskil etmektedirler. Dünyadaki Müslüman ülkelerin hemen hemen hepsinde az çok Sii vardir. Toplam olarak dünyanin çesitli yerlerinde yüz milyona yaklasik Sii yasamaktadir. |